15 Mayıs 2019 Çarşamba

KORKU 
Stefan Zweig'ın korku kitabında her şeye sahip olan bir kadının, sahip olduklarının kıymetini bilmemesi ve elinden kayacağını hissettiği anda büyük bir mücadele vermeye başlamasını anlatır. Bu bize hayatta bazı şeylerin kıymetini bilmek için onları yitirmemiz gerekmediğini ve sahip olduklarımıza sımsıkı sarılarak asıl hazinemizi farketmemizi gösterir. Hikayenin mekanı, zamanı, kişileri ve olay örgüsü gerçek hayatla bağdaşır. Bu hikaye Stefan Zweig tarafından hayatının ve şanslarının farkında olmadan onları yitirmek üzere olan tüm insanlara hiçbir şey için geç olmadığını hatırlatmak için yazılmıştır. Metnin teması korkudur. Bu tema her insanın hayatında var olan bir konu olduğu için herkes kendini sorgular. Bu tema her eserde rastladığımız bir tema değildir. Çünkü herkesin kaçtığı, yüzleşmek istemediği bir esastır korkularımız. Bu eser önemli bir sanat eseridir. Çünkü insana estetik ve sanatsal bir haz verir. Metnin dili akıcıdır ve edebi yönü yüksektir. Herkesin kendinden bir şeyler bulup, kendini anlamlı bir eserdir. 
 ŞİMAL GÖKCÜ 9/H 792
TÜRKİYE'DE KALABALIK ŞEHİRLER
Ben gelecekte ekonomik kriz olmayan bir Türkiye'de yaşamak istiyorum. Üniversite mezunlarının kendi mesleklerini yapmalarını ve işsizliğin giderek azalmasını istiyorum. Aslında bunun nedeni insanların büyük şehirlerde daha rahat iş ve ev bulabileceklerini düşünmeleri. Halbuki birçok insan bunu düşünüp büyük şehirlere geldiği için iş ve ev bulmak sanıldığı kadar kolay olmuyor. Daha çok insan daha çok ev ve iş yeri demektir. İstanbul'dan örnek verecek olursak sürekli yeni apartmanlar yapıldığını görüyoruz. Biraz araştırdığımız zaman ise bu apartmanları ve binaları yapmak için ne kadar fazla ağacın kesildiğini öğreniyoruz. Artık bina yapılacak yer olmadığı için ormanlık alanlarda ağaçları kesip yerine bina dikiyoruz. İş bulmak da aynı şekilde. Benim kendi tanıdığım veya arkadaşlarımın anlattığı bir sürü insan var. Üniversite okuyorlar ama malesef çalışmak için kendilerine bir iş yeri bulamıyorlar. Çünkü artık şehrimiz çok kalabalık. Makine mühendisliği okuyan insanlar A101'de çalışıyor, hiç çalışmadan bir yerlere gelen insanlar TV'ye çıkıp bununla övünüp insanları kendilerine özendirmeye çalışıyorlar. Eski Türk filmlerimde de hep böyle olmamış mıdır?  Fakir kız ailesinin baskısından sıkılıp İstanbul'a geliyor. Aradan zaman geçince bir iş ve hayatının aşkını bulup sonsuza kadar mutlu yaşıyor. Bana göre bu filmler güzel ama gerçekte küçük şehirlerde yaşayan insanlar böyle filmleri izleyip ben neden İstanbul'a gitmiyorum diye düşünüyor olabilir. Çünkü bu filmlerden sonra ki yıl İstanbul nüfusu yaklaşık iki katına çıkmıştır. Bu bir tesadüf mü yoksa değil mi bilmiyorum. Bence İstanbul'un kalabalıklaşmasının nedeni bu. Özenti ve kulaktan dolma bilgiler. Halbuki insanlar kendi memleketlerinde dursalar ya da özellikle büyük şehirlere gelmeseler yaşadıkları yerde daha rahat iş ve konut bulabilirler. Çünkü nüfus şehirlere eşit dağılmış olacak ve insanlar istedikleri meslekleri yapabilecekler.
 
ŞİMAL GÖKCÜ 9/H 792

Örümcek Ağındaki Bağıntı

                                                                                                                                                                                             

             Örümcek Ağındaki Bağıntı

Gençlerin mesleki eğitimlerini sınama yanılma ve tecrübe etme yoluyla değilde yazınsal olarak öğrenmesi iş istihdamına katılmaya bir engel olmuş ve iş verimliliğini azaltmıştır. Gençlerin yapmak istedikleri meslekleri yaşayarak hata yaparak öğrenmeleri her geçen gün kendilerine ve mesleklerine bir şeyler katması demektir. Hukuk fakültesini okumuş bir gencin iş bulamadığı- ya da iş beğenmediği -için işsiz kalması ve bu yüzden eğitimini aldığı alan dışında her türlü işi yapmaya hazır olması ve yapması ülke ekonomisini 10 yıl geriye taşır çünkü işin akademik yönünü bilen kimseler yani işin ehlileri vazifelerinin başında değil çok ayrı alanlarda çalışmaktadırlar .Köylerden şehirlere karşı olan nüfus alışverişi günümüzde artmakta ve devam etmektedir. Şehirlerde buna paralel olarak bina yapma gerekliliği doğar ve konut talebi artar bu yüzden şehirler her yanımızın duvar olduğu küçük kutucuklara dönüştürür. Konut talebinin diri tutulması emlak fiyatlarının konut sahiplerinin elinde birer oyuncak olmasının sağlayacaktır. İnsan varlığının ilk anlarında dahi bir sığınağa ihtiyaç duymuştur. Kendini somut anlamda güvenceye alan insan geleceği hakkında endişe duymuş ve geleceğini de güvene almak istemiştir bu yüzden soyunu devam ettirmiş ve aile kavramını oluşturmuştur. Aile ve konut birbirini tamamlar. Bir konut ailesiz ıssızdır bir ailede konutsuz başıboştur. Aile, aile bireylerinin eğitim düzeylerinde ve bireylerin meslek seçimlerinde önemli rol oynar. Kişi edebinde ve ahlakında büyüdüğü çevreyi temsil eder yani en yakın çevresi kendi küçük evreni olan ailesini. Eski müslüman düşünürler ahlakı aile ile bağdaştırmışlardır. Ailesinin edep ve ahlakının güzel olduğu bir bireyin edepsiz biri olması pek beklenemez ama tabii alimden zalim zalimden alım doğabilir. Şöyle bir düşünürsek de hayatının en az 18 yılını doğru fikirler etrafında geçiren doğru kimseler ile geçiren bir kişi nasıl olurda bu etkenlerden etkilenmez özellikle 1. sınıf öğrencilerinin hal ve tavırlarından nasıl bir aile yapısına sahip olduklarını yada nasıl bir çevrede büyüdüklerini kestirebiliriz çünkü bu çocukların çevreleri kısıtlıdır ve yaptıkları davranışlar çevrelerinin birer yansımasıdır. Ülkemizdeki o kadar dert arasında bekarlıkta vardır. Aile bireyin ahlak çerçevesinde karakterini yontuyor iken bekar kalmak bu olgudan bireyi uzak tutar. Bireyin ev ve aile sahibi olmak adına üniversiteyi bir çözüm yeri olarak görmesi nüfusun fazla olduğu yerlerde-şehirlerde- üniversite sayısının artması bulunan mekanın değerini pahalılaştırmıştır tabı İstanbul'un taşı toprağı altındır gibi ifadelerin kullanılması bu sözün somutluğundan ve gerçekliğinden değil şehrin bulundurduğu-üniversite, kütüphane, cami gibi - mekanlardandır. Annemin her zaman kullandığı bir söz vardır ''Bu İstanbul insanı yer bitirir yutar da haberin olmaz ne kadar da doğru değil mi? Köyden kente Mehmet oğlu Ali olarak gelip bu sıfatta kalabilmekte ne zordur. 20 milyon kişi içinden bir hiç olmak istemiyorsanız sıradan olmamalısınız çünkü hayat sıradan ve güçsüzleri acımadan siler. İnsan fıtratından gelen cazibeye kapılma arzusu insanı kent yaşamında da arkasından sürükler ve insanın istekleri maddi gücünü geçer. Kenti genişleten üniversite alanları beraberinde taşıt ihtiyacını arttıracağından otomobil satışlarıda artacaktır. Artan otomobil trafık demektir. Zamanla şehir hayatındaki trafikten sıkılan insanlar köylere geri dönünce birikimlerini taşıt ve konuta adayacaklar ve bu kimseler bu döngü içerisinde hayatlarını devam ettirecektir bu devamlılık kişilerin günlerini, yıllarını çalar. Kişi tanrının ona lütfettiği zamanı zevklerine köle eder.

                                                                            İLKNUR PALABIYIK

YAŞAMAK İLE YAŞAMAMAK ARASINDA

YAŞAMAK İLE YAŞAMAMAK ARASINDA

  Türkiye’de özellikle de İstanbul gibi ticaretin, ekonominin, insanın gırla olduğu  büyükşehirlerde yaşamak, kaçınılmaz ve belki de ileride önlenemeyecek sorunlar silsilesini beraberinde getirir.
  İlk olarak her insanın kendi refahı için tercihini büyükşehirlere yapmasından ortaya akıl almaz bir kalabalık çıkar ve bu kalabalık her gün her saniye artış gösterir. Peki nasıl artış gösterir? Her kişi bir aile tarafından dünyaya gelir ve ailesinden gördüklerini benimseyerek kişiliğini ortaya koyar. Devamında toplumda iyi veya kötü olarak etiketlenmeye müsait duruma gelir. Topluma da ileride istediğimiz bir meslek yaparak yine rahata ve mutluluğa kavuşmak amacıyla eğitim-öğretim hayatımız ile birlikte uyum sağlamaya başlarız. Çoğu serüvenimizi hayatımızın neredeyse hepsini kapsayan okulumuzla, eğitimimizle yaşarız. İlk ve orta öğrenimimiz bittiğinde liseye geçer lise bittiğindeyse yine durmayız. Çünkü hepimiz iyi biliriz ki günümüzde lise mezunu olarak istediğimiz bir yerde çalışmak ve bunun da beraberinde getireceği isteklerimiz tam anlamıyla dönüt bulamaz. Sonra yeniden bambaşka bir ortama, üniversiteye genellikle binbir zorlukla  adım atar ve orada da öğrenimimizi bitiririz. Bununla da bitmez sonrasında çoğu kişinin mağdur durumda olduğu ve korku duyduğu iş bulma macerası başlar. Üniversiteyi bitirmek değil de geçmek bile çok zorken ileride ‘’ Acaba iş bulabilecek miyim?’’ düşüncesi de insanı yiyip bitirir. Varsayalım ki tüm bu stres yumağını çözdünüz. İş bulabileceğiniz güzel bir üniversiteyi ve en önemlisi de  istediğiniz bölümü bitirdiniz, elinize mesleğinizi aldınız. Bundan bir süre sonra da belirli bir yaşa, ailenizin yanından ayrılma vaktine ulaştınız. Yeniden bir stres başlar ve istediğiniz fiyata istediğiniz evi, arabayı ve daha birçok ihtiyacınızı ya da aslında tam da ihtiyaç sayılamayacak isteklerinizi giderme gereksinimi hisseder bu sefer de bunlar için didinmeye başlarsınız. Elinize aldığınız mesleğinize tüm bunlara sahip olmak amacıyla sımsıkı sarılırsınız ve daha büyük paralar kazanıp daha rahat etme inancı fark etmeden sizin ruhunuzu sömürür. Ama bunun asla farkına varmazsınız. Bu sürede bilmeden, istemeden sevdiklerinizin kalbinizi kırarsınız. Fakat yine içinizdeki para kazanıp daha iyisine ulaşma hırsı yakanızı bırakmaz. Çünkü insanlar arasındaki rekabet her geçen gün artmakta. Bu akıntıya kapıldıkça da her şey monotonlaşacak ve dönüp dolaşıp sürekli aynı şeylerin bir tık üstünü istemeye tam gaz devam edeceksinizdir. Bunun sonucunda da ister istemez aile hayatınızdan, manevi her türlü ilişkinizden, hoşgörüden, sevgiden uzak kalırsınız. İşte bu, hayatını gerekli veya gereksiz ihtiyaçlarını ve daha fazlasını elde etmek için dişini tırnağına takan yaklaşık 15 milyon kişi hayatının hepsine yakın bir kesiti. Yalan değil, hepimiz az çok böyle bir hayat sürmüyor muyuz? Doğduğumdan beri yaşadığım İstanbul ve içerisindeki insanlar için tüm bunları yakından az çok gözlemlemiş, yaşamış olarak yazıyorum ve eminim ki ülkemin dört bucağında da tüm bunları yaşayanlar mutlaka vardır. Fakat İstanbul öyle bir halde ki nefes alınmıyor. Nüfustan dolayı her şey on katına çıkıyor. Ülke ekonomisinden, siyasi ilişkilerden, diğer ülkelerle konumumuzdan ve daha birçok bilmediğimiz oyunlar ışığında bizim yaşam kalitemiz artıyor ya da azalıyor. Tüm hayat düzenimiz mecburen ve maalesef tüm bunlar etkisinde gelişiyor. Bu hayatlar ve bu denli nüfus, bahsettiğim gibi bitmek bilmeyen bir hırs, kazanç peşinde olmak İstanbul sokaklarında binalardan, araç seslerinden, kentin gürültüsünden, dur durak bilmeyen meşgalesinden nefes alamamayı doğuruyor. Dışarı çıksam bile kendimi kapalı bir kutuda gibi hissediyorum. Her sokaktaki nizami araba yığınlarından zor yürüyorum. Aynı zamanda neredeyse koskoca yıl çalışıp, eğitim görüp yorulduktan sonra ev dediğimiz hapishanelere sığınıyoruz. Kabul edelim yeşil alana, gökyüzüne, her türlü mahvettiğimiz doğaya hasretiz. Canımız sıkıldığında çıkıp tek başımıza, özgürce dolaşabileceğimiz, temiz havayı ciğerlerimize doyasıya çekebileceğimiz alanı bile yok çoğumuzun. Ben en çok da bitmek bilmeyen heveslerimiz yüzünden birbirimize hasret, betonlar arasında boğulup gideceğiz diye çok korkuyorum. Ve sormuyor değilim ‘’Ne olacak bu halimiz?’’ diye. Yiyor, içiyor her türlü tüketiyoruz ama sonunda dönüp baktığımızda yüzümüzü güldürecek, kafamızı dağıtacak, doyasıya eğlenebileceğimiz sağlıklı bir ortamımız yok. Tüm bunların sebebi, suçlusu da biziz aslında. Doğayı kirleten, ‘’Ben mi kurtaracağım ülkeyi’’, ‘’Çöpçünün işi ne?’’ diyenlerle, aynı dili konuştuklarınızla böyle yaşamak normal fakat böyle düşünmeyen masumlar için haksızlık sayılır.Yani kötü zihniyete, sürekli burun büken, arkasına dönüp bakmayan bir topluma sahip olduktan sonra gerisi boş aslında. Ülkeyi kalkındıracak, refaha ulaştıracak esasında bizler değil miyiz? Ama emek veren, hak yemeyen, iyi davranan, anlayış gösteren o kadar az ki biz şu anda en azından ülkece bu durumdayız.
  Tüm bunların üstesinden gelebilmek için ise yapmamız gereken tek şey üşenmeyip okumak, öğrenmek ve bir şeyler üretmek aynı zamanda bencil olmayıp anlayış göstererek arkamıza dönüp bir bakmak, eksiklerimizi birlikte gidermek, sorunlarımızı çözmektir. Bunlara uyarsak eminim ki daha duyarlı, üretken, çağdaş ve ilerlemiş bir ülke, toplum haline hep birlikte ulaşacağız. Geç olsun güç olmasın demeyi de çok isterdim fakat dünya her gün ekseni etrafında istikrarını bozmadan dönmeye devam ediyor ve her geçen saniye aleyhimize işliyor. Unutmayalım ki doğa geç kalınmayı beklemez. Ve bizim ondan çaldıklarımızı gün gelir elbet kendi de bizden alıkoyar. Birlikte daha güzel, daha yeşil, güneşli yarınlara.
                                                                                                                        
                                                                                                                                Esma AVCI 

GELECEK İÇİN BİZ

                    GELECEK İÇİN BİZ 

Bence her şeyden önce üniversite eğitiminin uzaması ve yaygınlaşması, yeni nesil insanlar için zorluklar barındırıyor.Örneğin bundan on sene önce genç istihdamın fazla olduğu kesimlerde, herkes istediği bölümü okuyarak mesleğini eline alabiliyordu. Ancak şimdiki zamana bakarsak okuyan ve öğretim sayısı gören kişilerin artması, işsizlik sorununu da beraberinde getirdi. Şuan da sen kendini bir alanda geliştirerek örneğin; Bir şirkette çalışmaya başlayacaksınız. Bu şirketin aradığı kriterlerin hepsine uyuyorsunuz. Ama sizin gibi o kriterlere uyup, ayrıcalıklı olarak dili ve sertifikaları olan ve ayrıca tecrübesinin olması, onu bir ayrıcalık sahibi yapar. O yüzden şimdiki zamanın insanlarının kendini bir alanda geliştirme gibi bir şansı yok. Biz kendimizi farklı alanlarda geliştirerek tecrübe sahibi olmamıza girişimcilik denir. Bu girişimcilik sayesinde, sizi diğer doktorlardan, mühendislerden, hukukçulardan ayıran bir şey var. Eğer kendimizi geliştirmezsek başka ülkelere göçler artar. Örneğin; Biz kendi ülkemizin bilim adamlarının, doktorlarının, zekasını kullanmazsak illaki o zekayı dönüştürebilecek bir ülke çıkar.O yüzden her konu da istihdamıza ve eğitimize dikkat çekmeliyiz. Örneğin; Bugün önce kendiniz için bir şeyler yapın, geleceğiniz için, çalışın, çabalayın.

İnanın, hayal edin ve çalışın.


                           EBRU SAMİRA AYDOĞDU

BİR ANLIK ÖFKE


                                    BİR ANLIK ÖFKE

Sitenin önündeki park yerime son zamanlarda birisi park ediyordu. Uzun zaman aracın sahibini bulamamıştım. Bir gün benim yerime park eden kişiyi, park ederken yakaladım. Park yerinin benim olduğunu, plakamın duvarda yazılı olduğunu söyledim. On beş senedir aynı park yerini kullandığımı da ilave ettim. Park yerimi kullanan apartmana yeni taşınmış bir avukattı. Apartmanın önünün kamusal alan olduğunu, herkesin her yeri kullanabileceğini söyledi. Ben de gelenek göreneklerden bahsettim. Biraz uzak da olsa başka bir yere park edebilirdi. Ama anlaşamadık, alaycı bir şekilde “istersen beni dava et” dedi. Adama gıcık olmuştum, ama yapacak bir şey yoktu.
Çocukken yaptığımız bir şey aklıma geldi. Biz çocukken gıcık olduğumuz kişilerin arabalarının tekerleklerinin altına çivi koyardık. Lastik patlayınca da mutlu olurduk. Bende evden bir çivi alıp gece adamın arabasının tekerleklerinin altına çivi yerleştirdim. Başka türlü sinirim geçmeyecekti. Adam ertesi gün kaza yaptı. Benim yerleştirdiğim çivilerden biri lastiğe saplanmış, ama ilk aşamada lastik patlamamıştı. Yolda giderken aniden lastik patlamış. Adamda arabanın kontrolünü kaybedip şarampole yuvarlanmış. Adamın kolu kırıldı. Ben böyle bir şey olsun istememiştim. Yaptığımdan pişman olmuştum ama adama itiraf etsem beni mahkemede süründürürdü. Ben de söyleyemedim. Ama adam kafayı bana takmıştı. Yolda karşılaşırsak bana “senin yaptığını biliyorum” dercesine işaretler yapıyordu. Bir gün beni açık açık tehdit etti. “ Bu işte kesin senin parmağın var, ocağını söndüreceğim” dedi. Ben aldırış etmedim. Onun bana dediği gibi “Mahkemeye ver beni o zaman” dedim. Böyle söyleyince adamın iddiasını kabul etmiş gibi olmuştum. Adam hırs yaptı, benim açığımı bulmak için dükkanımın ruhsatını bile araştırmış. Ben de bir şey bulamayınca hanıma daha sonra kızıma yöneldi. Adam meğerse saplantılı biriymiş. Kızımın okulunu, öğretmenlerini araştırıp, hiç olmazsa kötü not alsın diye parti teşkilatı üzerinden okul müdürüne bile ulaşmış. Birilerine eşime benim için başka kadınla görüldü dedirtmiş. Adamın manyak olduğunu anlayınca üzerine gitmemek için görmezden geldim. Ama adam durmuyordu. Bir gün kızımı yolda sıkıştırmış “Sen evlatlıksın” demiş. İşte o zaman sinirden çıldırdım. Adamın evine doğru gidip kozları paylaşmayı düşündüm. Dakikalar ilerledikçe sinirim artıyordu. Adamın evininin ziline bastım açan olmadı. Bende dışarıya çıkıp en azından camını taşlamayı düşündüm. Adamın evi ikinci kattaydı ve pencerenin biri de açıktı. “Neden bu sorunu kökten çözmeyeyim?” dedim. Cebimden zippo tipi çakmağı çıkardım ve yaktım. Pencereye doğru fırlattım. İsabet kaydetmiştim. Bir süre sonra tutuşan perdeler yapmak istediğimi başardığımı gösteriyordu. Adamın evini yakacaktım. Ama adam ve ailesi de içerideydi. Yangını büyümeden söndürdüler.
Ben bir sonraki aşamada ne yapacağımı düşünürken adam apar topar evden taşındı. Bir daha da ona rastlamadım. Karşısında evi yakacak kadar gözü kararmış birini görünce tırsmıştı anlaşılan. Saplantılı biriyle olan savaşımı kazanmıştım, ama itiraf ediyorum insanlık açısından kaybettim.

                                              ECE ÜNAL

UCU GÖRÜNMEYEN YOLDAKİ MEŞALE IŞIĞI

UCU GÖRÜNMEYEN YOLDAKİ MEŞALE IŞIĞI

               Eğitim, okuma yazma bilen ancak ne okuyacağını bilmeyen kitleler yarattı.... Bay Trevelyan ne kadar da haklı bu sözünde. 1930'larda gelişen dünya standartlarında okuma yazma bilmek büyük bir hazine, bilgelik timsali idi. O dönemde siyasiler ve halk bu yeteneğin cazibesine kapılmış ve okuma yazma öğrenmek adına birçok seferberlik yapmıştır. Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu ve  dönemin cumhurbaşkanı halkı cahillikten kurtarmak ve okuma yazma oranını arttırmak adına bir çok proje oluşturmuştur. Bu çabalara karşın günümüzde hala okuma yazma bilmeyen kişiler vardır bu yüzden 2017-2018 yılları kapsamında  30 alanda 125 adet kurs açılmıştır. Kurs bitiminde yaklaşık 1511 vatandaşımız okuma yazma öğrenmiştir ve her geçen gün artmaktadır. Ama bu çalışmalar yapılırken çok büyük bir hata yapılıyor temelde.  Eğitimdeki amaç oku ve geç idi ne okuyacağın neyi okuyacağın yada senin neyi okuyup okumaman gerektiğini bilip bilmemen pek önemli değildi tıpkı eğitim sistemimizde olan öğrencinin konuyu anlayıp anlamaması önemli değil önemli olan sınav notu algısı gibi. Hedefleri sadece insanların okuma yazma bilmesi oluyordu , amaç kişinin ihtiyaç duyduğu anlarda kendini ifade etmek adına bunu kullanması yada kendini ifade eden eserlerin okuma yolu ile ruhuna nakledilmesi olmalı idi. İki amaçta da yolun sonu okuma yazma öğrenmeye çıkıyor fakat sadece okuyayım diye öğrendiğimiz okuma becerisi biz okumayı öğrendiğimizde ne okuyacağım gibi bir ifadeye yol acıyor. Biz karanlık ve ıssız olan bir yerde afallamış dururken elimize yolu görebilmemiz için bir meşale veriyorlar ve biz bu yolda yürüyoruz ama bize neden bu yolda yürüdüğümüzü neden yürümemiz gerektiğini söylemiyorlar .sadece istatiksel bir veriye sahip olmak adına bizi bu yolda yürütüyorlar. okumak ve yazma öğrenmek güzel bir olgudur  fakat neyi okuyacağını bilerek okuma yazma öğrenmek daha güzel bir olgudur. Bir yolda neden yürüdüğünüzü bilmek o yolda karşılaşacağınız darbelere karsı göğüs germenizi sağlar tabi amacın  ne olduğu da önemlidir amaç sadece otobüslerin nereye gideceğini bileyim, telefondan amcamın yengesini arayayım, doktorun verdiği reçeteyi okuyayım diye öğreniliyor ise bu kişinin kendi karakterine yaptığı saygısızlıktır cünkü okumak yazmak sadece bu değildir aynı zamanda anlamaktır da ruhları, gözleri ve anlatılmak istenenleri mesela.  Bunun yanında şöyle bir sorun da doğmuştur; okuyan yazan ama okuduğunu ''bak ben şu şu kitabı okudum şu kadar kitap okudum  demek adına yapan kimseleri. Bu kimseler kitaplara birer mal birer nicelik gözüyle baktılar halbuki kitap ruhun evreni idi. 
            Yapılan yanlış çalışmaların sonucunda çıkan bu tatsız durumu kişiler ancak kendini tanımak istediğinde hedeflerini doğru bir şekilde belirleme olgusuna sahip olduklarında çözecekler
                                                                                                    ilknur palabıyık

Gelecekteki Türkiye



                  GELECEKTEKİ TÜRKİYE


    Gelecekteki Türkiye sizce nasıl olmalı? Türkiye'nin gelişimi için neler yapılabilir?
      
     Geleceğin Türkiye'si bulunduğumuz andan itibaren çalışmaya başlayarak ülkemizi daha ileriye götürmesini amaçlamalıyız. Daha gelişmiş bir teknoloji için teknolojik aletleri başka ülkelerden ithal etmek yerine kendimiz ürünleri ihracat edelim.
Gençlerin en büyük sıkıntısı olan işsizlik azalsın ve herkes işini hakkıyla yerine getirsin. Sağlık, ekonomi, ticaret, ulaşım ve eğitim alanında ülkemiz dünyada ilerlemiş olsun. En önemli bir sistem olan eğitime çok önem verilsin ve öz güvenli çocuklar yetişmesi sağlansın. Gelenek ve görenek, örf ve adetlerimiz yok olmasın. Milli duygular asla ama asla kaybolmasın. Dilimizin değeri daha da bilinsin ve Türk Dilinin dünya dilleri arasında olması sağlansın. Başka ülkelerle yapılan ticaret sayesinde ülkemiz daha sa gelişsin. En önemlisi ise kadın ve insan haklarına önem verilsin. Ülkemiz bilim ve fen yolunda en iyi olmaya çalışsın.

       Oturan değil çalışan çalışkan bir ülke olalım. Vatanımız ve milletimiz için elimizden ne geliyorsa yapalım. En önemlisi de birlik ve beraberliğimiz bozulmasına izin vermeyelim. Umarım bir gün daha gelişmiş ve daha yaşanılır bir Türkiye'de yaşarız...

                                                 
                                          ↣BETÜL ALEYNA KANBUR↢

14 Mayıs 2019 Salı

ASLINDA HAYAT

                ASLINDA HAYAT
      Öldükten yaklaşık otuz dakika içerisinde vücutta refleks diye bir şey kalmıyor.Gevşeyen kaslar dolayısıyla ağız ve göz kapakları açık kalıyor.Boşaltım sistemi tamamen gevşiyor ve idrar akıntısı oluşuyor. Ölümün gerçekleşmesinden yirmi dört saat sonra vücut çürümeye başlıyor. Solunumuz durması bakteriler için işaret oluyor ve çalışmaya başlıyorlar. İlk çürüyen organlar ise göz, beyin mide ve bağırsaklar.Ceset şişman ise daha çabuk çürürken, tuzlu suda boğulanlar daha geç çürüyor. En geç çürüyen organ ise kalp, mesane ve böbrek.
   Mezarda günden güne şişen karın patlıyor ve bu olay mezarın dışından duyulacak kadar sesli olabiliyor. Ortalama dört yıl içinde kemik haline dönüşüyoruz.
    Güzelliğin, yakışıklılığın,malın mülkün, kibrin, zenginliğin, makamın mevkin nerede?
  Yeryüzünde kasıntı ve mutsuz bir şekilde gezen sen. Küçük dağları ben yarattım egosuna sahip olan sen. İnsanları küçücük beyniyle aşağılayan yine sen. Hayatı statü ve dünyada kazanacağı geçici başarılara odaklanan sen. Her o kibrinin sonu bu. Hayatı boyunca güzelliğiyle övünen, sadece yüzü kurumasın diye bir kreme paralar sayan senin de sonun bu.
   Çalışın, başarılı olun, insanlığa yararınız olsun. Mesela bir okul yapın, ya da bir mabet. Ama hayatta bir iz bırakın. Çünkü size verilen ömür kısacık bir film şeridi. Sen bu film şeridini güzel de hatırlatabilirsin, kötü de.
     Zira elimizde yaptığımız başarılar ve iyilikler dışında başka hiçbir şey kalmayacak.
                                                           
                                                               →EBRU SAMİRA AYDOĞDU ←

GEZİ REHBERİ 4

                                  TRABZON ATATÜRK KÖŞKÜ
  

:TARİHÇESİ:
Trabzon’a hakim Soğuksu sırtlarında, çam ormanları içinde yer alan bina, Kostantin Kabayanidis tarafından 1890 yılında yazlık olarak yaptırılmıştır. Avrupa ve Batı Rönesans mimarisinin etkilerini taşıyan binada büyük ve gösterişli Avrupa simgeleri kullanılmıştır. Köşkün dış cephesi taş işçiliği göstermekte olup, iç cephesi Bağdadî tekniğindedir. Yerler yine aynı akımın etkisi olarak dönemin fayanslarıyla döşenmiştir.Atatürk, 15-17 Eylül 1924 tarihlerinde Trabzon’u ilk kez onurlandırdığında bu gün Trabzon Müzesi olarak düzenlenen konakta ağırlanmıştır.15 Eylül günü Soğuksu semtine yaptığı gezintide Köşkü görmüş ve çok beğenmiştir. 27–29 Kasım 1930 tarihlerinde Trabzon’u ikinci kez onurlandırdığında da Eski Türk Ocağı binasında ağırlanmıştı. Daha sonra gerekli çalışmalar sürdürülerek bina 1930 yılında Trabzon Özel İdaresince tescil edilerek İl Daimi Encümeninin 18.5.1931 tarih ve 361 sayılı kararıyla Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine “ temlik” edilmiştir. Daha sonra Trabzon’dan oluşturulan bir heyet Ankara’ya giderek köşkün tapusunu ve anahtarını Atatürk’e teslim etmiştir. Atatürk, 10–12 Haziran 1937 tarihlerinde üçüncü ve son kez Trabzon’u onurlandırdığında ise, iki gece bu Köşkte kalmıştır.Atatürk’ün ölümünden sonra Köşk, Ankara Asliye Hukuk Hakimliğinin 7.12.1938 tarih ve 938/2509 Esas ve 1627 sayılı kararı ile yasal varisi, kardeşi Makbule Boysan’ a intikal ettirilmiştir. Köşkün müzeye dönüştürülmek amacıyla Trabzon Belediyesince Makbule Boysan’dan satın alınması, Trabzon Asliye Hukuk Hakimliğinin 6.8.1942 tarih ve 476/284 nolu kararıyla gerçekleştirilmiş olup; istimlak bedeli olarak 10.000. TL Makbule Boysan adına Ziraat Bankası hesabına 30.3.1943 tarih ve 673 sayılı makbuzla yatırılmıştır. Bina 1943 yılından itibaren müzeye dönüştürülerek hizmete açılmış olup halk arasında “Atatürk Köşkü” adıyla anılmaktadır.Atatürk kendi ifadesiyle büyük mutluluk yaşayarak Köşkte geçirdiği iki gece, Trabzon ve Trabzonlular için olduğu kadar Türk Tarihi için de sonsuza denk unutulmayacak ve sürekli örnek teşkil edecek bir oluşuma tanık olmuştur. Atatürk 11 Haziran 1937 gecesi bu Köşk’te bütün mal varlığını canından çok sevdiği Türk ulusuna armağan etme kararı almış ve mal varlığının bir listesini hazırlayarak gereğinin yapılması için Başbakan’ a göndermiştir.Müzede, 19. yy sonu ile 20. yy ait, mobilyalar, porselenler, halılar vb. ile Atatürk’e ait tablolardan oluşan Etnografik nitelikli 344 adet eser sergilenmektedir. Atatürk kendi ifadesiyle büyük mutluluk yaşayarak Köşkte geçirdiği iki gece, Trabzon ve Trabzonlular için olduğu kadar Türk Tarihi için de sonsuza denk unutulmayacak ve sürekli örnek teşkil edecek bir oluşuma tanık olmuştur. Atatürk 11 Haziran 1937 gecesi bu Köşk’te bütün mal varlığını canından çok sevdiği Türk ulusuna armağan etme kararı almış ve mal varlığının bir listesini hazırlayarak gereğinin yapılması için Başbakan’ a göndermiştir.Müzede, 19. yy sonu ile 20. yy ait, mobilyalar, porselenler, halılar vb. ile Atatürk’e ait tablolardan oluşan Etnografik nitelikli 344 adet eser sergilenmektedir.Müze, haftanın 7 günü ziyarete açıktır. Müzeye Atatürk Alanından her yarım saatte bir kalkan Belediye otobüsleri ile ulaşım sağlanmaktadır.

:KÖŞK'TEN KARELER:




















:KAYNAKÇA:

http://www.kulturvarliklari.gov.tr/TR-44047/trabzon-ataturk-kosku-muzesi.html
NOT:Görseller bana aittir.
                  
↣BETÜL ALEYNA KANBUR↢

12 Mayıs 2019 Pazar

DÜNYADAKİ KALABALIK


                                       DÜNYADAKİ KALABALIK

     Sizce dünyada insan kalabalığı, araç kalabalığı, konut kalabalığı çok fazla değil mi? Bunları azaltmak için neler yapmalıyız?
    Dünyadaki gereksiz konut kalabalığı size de kalabalık gelmiyor mu? Bence Dünya'da nereye gidersen git bu gereksiz kalabalıklar her yerde olacak. Eğer bizler bu gereksiz kalabalıklara müdahale etmezsek daha da Dünya yaşanmaz hale gelecek. Bu kalabalık büyüdükçe daha çok yerleşim yeri gerekecek ve bizler öyle bir topluluk haline geleceğiz ki kibrit kutusu büyüklüğüdeki evlerde yaşamaya başlayacağız. Bu olay ülkemizde olmasa da aynı şekilde yaşayan insanlar var. Mesela Hong Kong'da yaşayan insanlar kibrit kutusu büyüklüğündeki evlerde yaşamaktadır. Bu insanlar daha önceden hep birlikte harekete geçseydi şu an bu durumda olmazlardı. Yada yerleşik alanlardaki fabrikaları daha az yerleşim bölgesi olan yerlere taşısalardı oradaki boş yerlere yaşam hayati sağlasalardı günümüzdeki gibi kibrit kutusu büyüklüğünde yaşamayacak olurlardı.
  Sonuç olarak eğer günümüzdeki gereksiz kalabalıklara dur demezsek geleceğimizi ve gelecek nesillerin hayatını tekliye atacağız. Sen de bu kalabalıklara dur demeye bugünden itibaren başla...
İlgili resim
Görsel 1. Hong Kong kapsül evler

-GÖRSEL KAYNAKÇASI-
https://gaiadergi.com/10-metrekareden-kucuk-evleriyle-hong-kongun-yoksullukla-butunlesmis-yasamlari/hong-kong-kucuk-evler-11/
                   

                                                                        ↣BETÜL ALEYNA KANBUR↢

                                                                                          

23 Nisan 2019 Salı

GELECEĞİN UMUT IŞIKLARI


GELECEĞİN UMUT IŞIKLARI

     Saat on ikiyi vurmadan bir şeyler eklemek istedim buraya. Bugün Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün çocuklara armağan ettiği şanlı bayramı 99. kez ülkemizin her bucağında her yılki gibi büyük bir coşku ve hevesle yine, yeniden kutladık.
      23 Nisan 1920, Türk milletinin iradesini ve gücünü temsil eden Birinci Büyük Millet Meclisi’nin açıldığı ve Türk halkının egemenliğini tüm dünyaya duyurduğu gündür. Ulusal egemenlik ve çocuk bayramı olarak ise ilk defa 1924’te kutlanmaya karar verilmiş, bu tarihten 5 yıl sonra 1929 yılında geleceğin bekçilerine Atatürk tarafından armağan ve emanet edilmiştir. 1979’da ise ilk olarak 6 ülkenin katılmasıyla uluslararası boyuta taşıdığımız bu milli bayramımıza, ortalama olarak her yıl 40’ın üzerinde ülkeden gelen ve Türk çocuklarının misafiri yabancı ülkelerin çocukları da eşlik etmektedir. Dünyada çocuklarına bayram hediye eden ve bu güzel bayramı tüm dünya ile paylaşan ilk ve tek ülke Türkiye’dir. Türk milletinin hafızasında, bağımsızlığımızın yıkılmaz ifadelerinden biri olarak kazınan 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımız, her yıl ülkemizde ve yurtdışındaki temsilcilerimizle; bütün kurumlar ve okullarımızda çeşitli gösteri ve etkinlikler düzenlenip kutlanarak, milli birlik ve beraberlik ruhumuzun her daim ayakta olduğu ve olacağı ifadesini desteklemektedir. Mustafa Kemal’in de dediği gibi, küçük hanımlar ve küçük beyler geleceğin bir gülü, yıldızı ve ikbal ışığıdır. Memleketi asıl ışığa boğacaklar onlardır. Çocuklarına duyduğu bu sevgiyi de 23 Nisan’ı onlara armağan ederek belirtmiştir. Toplumun oluşmasını sağlayan en küçük yapıtaşı ailenin kökü çocuktur. Çocuğa, ne öğretilirse onu uygular, başkalarına taşır. Bundan dolayı tüm çocuklara milli değerlerimiz ve her şeyden önce saygı, sevgi öğretilmelidir. Şanlı tarihimizin yeni nesillere benimsetilmesi için Türk Devleti’nin devamını sürdürecek olan yenilikçi ve parlak seferberlere ihtiyaç vardır. Bu da ancak iyi yetiştirilen çocuklarla mümkündür.
      Her çocuk geleceğe tutulan yeni bir umut ışığı, yeşeren yeni bir tohumdur. Bundan dolayı her ebeveyn bunun bilincinde olarak çocuk yetiştirmeli ve manevi değerleri evladına aktarmalıdır. Çocuk ailenin, aile toplumun aynasıdır. Çocuk sevgisi ve çocuğa gösterilen ilgi her gün, her saniye baki kalmalıdır. 23 Nisan tüm milletimize ve çocuklara tekrardan kutlu olsun!
                                                                                
                                                                                                             Esma AVCI
                                                                  

1 Mart 2019 Cuma

GEZİ REHBERİ 3

                                      TRABZON GEZİ REHBERİ
Trabzon’un tarihi geçmişine derinlemesine girmek istemiyorum. Sadece şunu diyebilirim ki, IV. Haçlı Seferi sırasında İstanbul’un Latin istilasına uğraması sonucu buradan kaçan Bizanslılar, Trabzon’da bir devlet kurdular ve bunun da adı Trabzon Rum İmparatorluğu idi. Trabzon’un Türk hakimiyetine girmesi ise 1461 yılında Fatih Sultan Mehmed’in burayı fethetmesiyle olmuştur.
GEZİLECEK YERLER
1.)Trabzon Kalesi : 
TRABZON KALESİ ile ilgili görsel sonucu
Aşağı Hisar, Orta Hisar ve Yukarı Hisar olarak ayrılmıştır. Genel itibariyle Zağnos Vadisi Parkı’nın bulunduğu alan Orta Hisar, oradan deniz tarafına kadar olan kısım kabaca Aşağı Hisar ve Zağnos Vadisi Parkı’ndan yukarıda, yani güney kısmında bulunan Eski Bizans su kemerinden ötesine ise Yukarı Hisar deniyor.
Aşağıda Fatih Sultan Mehmed’in tuğrasının yer aldığı burç ise Aşağı Hisar ile Orta Hisar arasında bir yerde kalıyor. Buranın devamı olan surlar gayet sağlam görünüyor.



2.)Trabzonspor Müzesi : 
trabzonSPOR müzesi ile ilgili görsel sonucu
Burası her Trabzonsporlu’nun kesinlikle uğraması gereken bir müzedir. İki katlı binanın ilk katında, kuruluş yıllarından 1. ligde oynadığı sezonlara kadar her biri ayrı ayrı afişlerle belirtilen, sezonlara göre teknik kadro, yönetim kurulu, kazanılan başarılar, futbolcular ve lig puan durumu hakkında detaylı bilgiler verilen bölümler bulunuyor. Bunların dışında Trabzonspor’u oluşturan kulüplerin ve çeşitli seviyelerde kazandıkları kupalar bulunuyor. Orta bölümde benim en çok ilgimi çeken şey ise Şampiyon Kulüpler Kupası’nda Trabzonspor’un Liverpool ile karşılaştığı maça ait materyallerdi.
İkinci katta ise Trabzonspor A takımının kazandığı tüm kupalar bulunuyor. Ayrıca, 19 Eylül 1990’da Trabzonspor’un Barcelona’yı 1-0 yendiği maçta kullanılan futbol topu da yine bu bölümde sergileniyor. Bu arada müzeye giriş ücretsiz. Bir Trabzonspor'lu olarak burayı ziyaret etmenizi tavsiye ederim.


3.)TRABZON AYASOFYASI
Trabzon ayasofya
Trabzon Ayasofyası, 13. yüzyılda Trabzon Rum İmparatorluğu krallarından I. Komnenos tarafından kilise olarak inşa edilmiştir. Trabzon’un fethinden sonra camiye çevrilen Ayasofya, I. Dünya Savaşı yıllarında ise depo ve hastane olarak kullanılmış. Günümüzde cami olarak ibadete açılsa da belli bölümleri halen müze olarak kuLlanılıyor.
İçerisindeki mozaikler, sütunlar, kabartmalar, yanındaki çan kulesi ve sunduğu Karadeniz manzarası ile Trabzon’da kesinlikle gezilmesi gereken yerlerin başında geldiğini düşünüyorum.

4.)Trabzon Müzesi (Kostaki Konağı) :
İlgili resim
İçerisinde arkeolojik eserler, eski madeni paralar, eski savaş araç gereçleri giysiler vs bulunuyor. Ayrıca, Atatürk ve eşi Latife Hanım’ın 15-17 Eylül 1924 tarihleri arasında kaldığı oda da burada bulunuyor. Giriş 5 TL, ancak müze kart geçerli.






5.)ŞENOL GÜNEŞ SPOR TESİSLERİ:
Türkiye'nin deniz yüzeyi doldurularak inşa edilen ilk stadyumu olma özelliğine sahip Şenol Güneş Spor Kompleksi, 92 bin metrekare yeşil alana sahip. Trabzonspor'un maçlarını oynayacağı spor kompleksinde, UEFA kriterlerine göre saha aydınlatma kriteri 2 bin lüks iken, Şenol Güneş Spor Kompleksi’nin aydınlatması 3 bin lüks seviyesinde gerçekleştirildi.
Komplekste ayrıca, Kamp Eğitim Merkezi ve İl Gençlik Spor Merkezinin binaları ile 2 suni ve 5 doğal çim saha da bulunuyor. 
Yaklaşık 22 bin metrekare kapalı tribün alanı bulunan stadın çatısı, 245 dönümlük yeşil alanın havasını temizleme gücüne sahip. 6 bin 500 ton çelik kullanılan çatının çevre dostu olarak kendini temizleme ve hava kirliliğini giderme özelliği ise dikkati çekiyor. "Akıllı çatı" olarak bilinen smart roof sistemi kullanılan stat, bu özelliğiyle dünyada beşinci, Türkiye'de ise ilk.
Bir Trabzonspor'lu olarak burayı ziyaret etmenizi tavsiye ederim.Burası her Trabzonsporlu’nun kesinlikle uğraması gereken bir stadyumdur.
TRABZONDAN ALINABİLECEK HEDİYELİKLER
İlgili resim
Trabzonun peştemalleri, şalları, pestili, mısır ekmeği, Vakfıkebir ekmeği meşhurdur. Gezdiğiniz yerlerdeki hediyelik eşya satan yerlerden'de magnet tarzı hediyelik alabilirsiniz.
Arkadaşlarınıza ve ailenize hediyelik eşya almayı unutmayınız. :)







   
                                                                                                         ↣BETÜL ALEYNA KANBUR↢

28 Şubat 2019 Perşembe

GEZİ REHBERİ 2

                                          ORDU GEZİ REHBERİ
Bulutları kucaklayan ormanlarla kaplı yaylaları, Karadeniz boyunca uzanan plajları ve nefis lezzetleriyle, mutlaka görülmesi gereken bir Karadeniz güzelliğidir.
Ordu gezilecek yerler bakımından zengin ve çeşitlilik sunan bir il.
Yason Burnu YARIMADASI
YASONBURNU ile ilgili görsel sonucu
İl merkezine 35 kilometre uzaklıktaki Yason Burnu, adını Argonotlar’la beraber burada karaya çıkan Yason’dan alıyor. Burnun alt tarafında Panaya veya Hagios Nikolaos adlı tarihi manastır ve kilise var. Çaytepe sınırları içinde olan yarımada üzerindeki kilisenin adı yabancı kaynaklarda Jason’s Church diye de geçiyor. Kilise 1868’de yörede yaşayan Rumlar ve Gürcüler tarafından yaptırılmış. Zamanla yıkılmaya yüz tutan kilise, 2004 yılında restorasyon çalışmaları ile aslına en uygun biçimde onarılmış. Sadece kubbesi Osmanlı tarzında olan Rum kilisesi, bugün Karadeniz Bölgesinde deniz kıyısında olan tek kilise. Evlenmekte olan çiftler buraya gelip gelin damat fotoğrafı çektiriyorlar. Hem yeşillik hem deniz olsun diyenlere güzel bir tercih.
PERŞEMBE YAYLASI
perşembe yaylası ile ilgili görsel sonucu
Karadeniz Bölgesinde bir benzeri bulunmayan Perşembe Yaylası Menderesleri’nin bir dünya mirası olarak korunması amacıyla tescil işlemleri son aşamadadır. 
1991 yılında Bakanlar Kurulu Kararı ile Turizm Merkezi ilan edilmiştir. Aybastı ilçemize 17 km. mesafede bulunur. Rakımı yaklaşık 1.500 m. civarındadır. Her yıl Temmuz ayı içinde yayla şenlikleri yapılmaktadır. Şenliklerde çeşitli yarışmalar, folklor 
gösterileri, konserler, sosyal ve kültürel etkinlikler,güreş müsabakaları, at yarışları vb. 
etkinlikler düzenlenmektedir. Yayla yolunun büyük kısmı asfalt, kalanı stabilize yoldur. 
Yorgunluk atmak, piknik yapmak, safari, yamaç paraşütü için idealdir. Yaylada aynı zamanda, eşsiz güzelliğe sahip tabiat harikaları, tarihi eserler ve alanlar mevcuttur. Kümbetler, Çiseli Şelalesi, Karga Tepesi bunlara örnektir.
Yeşil, doğa, huzur diyenlerdenseniz Perşembe Yaylası tam sizlik.

BOZTEPE 

Görüntünün olası içeriÄŸi: gökyüzü, açık hava ve doÄŸaOrdu şehri Boztepe’nin yamaçlarına serilmiştir. Denizden 450 mt. yükseklikte olup, Ordu'nun tüm güzelliklerini, Karadeniz’in muhteşemliğini Boztepe’den seyretmek doyumsuzdur. 
İl merkezine 6 km. mesafede olup asfalt yolla ve dilerseniz teleferikle ulaşmak mümkündür. Yeme içme ve dinlenme tesisleri ile ormanlık piknik alanları mevcuttur.


ÇAMBAŞI YAYLASI 
çambaşı yaylası ile ilgili görsel sonucuKaradeniz Bölgesi’nin en önemli yaylalarındandır. Hem yaz hem kış aylarında turizm için bulunmaz doğal güzellik ve özelliklere sahiptir. Deniz seviyesinden 1,850 m. yükseklikte olan yayla’nın ulaşımı, Ordu - Kabadüz - Çambaşı güzergahını oluşturan asfalt yol ile sağlanmaktadır. Modern iki otel ve restoran mevcuttur. Çarşısı, pazarı, 
piknik yerleri, lokantaları vardır. Doğal güzellikleri ile muhteşemdir. Bu yörede bütün doğa sporlarını profesyonel olarak yapmak mümkündür. Sahil kesimindeki nüfusun büyük bir bölümü yaz mevsiminde bu yaylaya çıkmaktadır. Ordu'nun 61 km. güneyinde olan bu yaylada, birkaç tane alabalık üretim çiftliği vardır. 72 obası ve 100 bin dönümlük alanı ile ülkemizin en geniş yaylalarından biridir. 
Şehir ile yayla arasında düzenli olarak minibüs seferleri düzenlenmektedir. Yaylada 
elektrik, telefon mevcuttur. Bakkal, kasap, et lokantaları, sağlık ocağı ve Jandarma karakolu bulunmaktadır. 
ÇAMBAŞI KAYAK MERKEZİ 
çambaşı kayak merkezi ile ilgili görsel sonucu
Kabadüz ilçe sınırları içerisinde bulunan turistik önem sahip Çambaşı Yaylası’nı Ordu’nun Turizm cazibe merkezlerinden biri haline getirmek amacıyla 2010 yılında Çambaşı Kayak Merkezi yapım çalışmaları başlatılmıştır. Proje kapsamında telesiyej yapımı, kayak evi, otel, helikopter pisti ile idari ve sosyal tesisler bulunmaktadır. 300 m’lik babylift montajı yapılmış, snovtrack alınmıştır. İdare ile hizmet binası ile kafeterya ve sosyal tesisler 2012 yılında hizmete girmiştir. 1 km uzunluğunda kayak pisti bitirilme aşamasına gelmiştir. Telesiyej ve diğer tesislerin projesi tamamlanmış olup yapı ihalesi yapılmıştır. Yapımı bu yıl tamamlanan kayak merkezi misafirleri bekliyor. Kar ve yeşillik diyorsanız burayı listenizin ilk sırasına yazabilirsiniz.

ORDUDAN ALINABİLECEK HEDİYELİKLER
 Ordu şehri kivisi'yle ünlü bir şehirdir. Ülkemizin Kivi Üretiminin %17,6'sı Ordu'da yapılmaktadır.
Ordu balı, fındığı ile ünlü bir şehirdir. Gezdiğiniz yerlerden magnet tarzı hediyelikler'de bulabilirsiniz.
Arkadaşlarınıza ve ailenize hediye almayı unutmayınız. :)
                                                                               
                                   UMARIM BİR GÜN  YOLUNUZ  ORDUYA DÜŞER...

=GÖRSEL KAYNAKÇASI=
Görsel 1 https://omudedikodu.com/sozluk/yason-burnu
Görsel 2 https://www.kampyerleri.org/aybasti-persembe-yaylasi-kamp-gezi-rehberi/
Görsel 3 bana aittir.
Görsel 4 https://memleketordu.net/cambasi-yaylasi-kapilarini-acti/
Görsel 5 http://www.hayatgazetesiordu.com/guncel-haberleri/cambasi-kayak-ussu-oldu.html
                                                                                                    
                                                                                          ↣BETÜL ALEYNA KANBUR↢



                       NEDEN ACABA?
Doğduğumuz yer mi yoksa doyduğumuz yer mi vatandır? Karnımızı doyuran, içimizi üstümüze sıcak bir yorgan çekmişiz gibi ısıtan, bayrağının altında kendimizi huzurlu ve güvende hissettiğimiz yerdir vatan. Toprağı vatan yapan, toprak sahibinin kendini vatanın sahibi ''vatandaş'' olarak görmesidir. Böyle görünce vatanın sorunu onun sorunu, vatanın refahı onun refahı olur. Ülkede vatanın derdini dert edinen o kadar kimse var ki dertten kederden çözüm bulamıyorlar. Laf yerine gelince yılların tecrübekârları lafa başlar, eğer ki yürek yemişsen durdur, tabi durdurabilirsen. Geçmişten gelen kendilerinin bizzat yaşayıp gördükleri yanlışları hiç yorulmadan hiç sıkılmadan anlatırlar onlar için bu artık bir zevk meselesi olmuştur. O zevkli ve ihtişamlı sohbet (!) sonu çözüme varmadan biter. Herkes çevreye, devlete olan kinini rahatsızlıklarını o muhabbetde ortaya döker. Ama kimsede çıkıp ''Ya ben bundan şikayetiyimde bunu nasıl düzeltebilirim'' demez. O kimseler sorunlarını dilden dile aktarınca sorunun çözüleceğini sanırlar ama hâlâ görmüyor musunuz sorunlar ağzınızdan şikayetlerinizi düşürmeyerek değil icraate girişerek çözülüyor. Şunu görebilsek ne mutlu bize .Sorunlarını insanlarla paylaşınca Bellemy, Jennefer filan gelip çözecek sanıyor birçok kimse. Bu bizim derdimiz bu derdi çözecek olanlarda bizleriz. Acıkınca bunu hisseden biziz. Kendimizi biz doyuruyoruz, kendi ihtiyacımızı biz karşılıyoruz. Arkadaşımız gelip ''Tatlım sen acıkmışsın sanırım ben hissettim gel seni doyurayım'' mı diyor. Pekı ya durum böyleyken hem bizi hem çevremizi etkileyen konularda neden bir şey yapmıyoruz? Olay çevremizi de etkiliyor diye sorunu çözme hükmü üzerimizden kalkıyor mu? Herkes ''Tamam ya çevremdeki bir kimse yapar'' diyor ama nafile. Herkes bu düşünce ile birbirine sorunun çözümünü bulmayı paslayınca sorunu çözecek pası tutacak kimse kalmıyor. Ya hadi el için yapmak zoruna gidiyor bari kendin için yap. Yok onun içinde o kadar TEMBEL olmuşuz ki susuzluktan ölsek tembelliğimizden su içmeyip öleceğiz .Evet buraya kadar bizde aynı şeyi yaptık hep sorunlardan bahsettik ama farklı olarak şunu ekliyorum bir ÇÖZÜM .
1.ÇÖZÜM : NEDEN ACABA? sorusunu sormak kendimize
2.ÇÖZÜM: TEMEL SORUNU ETKİLEYEN YARDIMCI SORUNLAR NELER
3.ÇÖZÜM: EĞER Kİ BİR ÇÖZÜM BULUR İSEK ÖNÜMÜZE ÇIKABİLECEK SORUNLAR NELER?
4.ÇÖZÜM: ÖNÜMÜZE ÇIKABİLECEK SORUNLARI NASIL ÇÖZÜLEBİLİRİZ?
5.ÇÖZÜM: TEMEL SORUNA KARŞILIK GELEBİLECEK ÇÖZÜMLER NELER?
6.ÇÖZÜM: BULUNAN ÇÖZÜMLER TOPLUMUN KARAKTERİSTİK YAPISINA, TÖRE VE İNANÇLARINA NE KADAR UYGUN?
7.ÇÖZÜM: ÇÖZÜM SORUNU YAŞAYAN KESİME EN ETKİLİ NASIL ENJEKTE EDİLEBİLİR?
8.ÇÖZÜM: ÇÖZÜMLER UYGULANDIĞINDA BAŞARILI OLMA YÜZDESİ NE KADAR ?
Bu çözüm basamakları izlenerek yapılan eleme ve seçimlerde bulunan çözümlerin daha aktif olmasını sağlayabilir.
Tabikide sorunlar toplumun olduğu kadar bizim de olduğu için ilk olarak bu soruları kendimize sormalıyız. İnsanın en büyük düşmanı insandır. Kişinin en büyük rakibi ise kendisidir. Biz kendi kendimize dokunmadıkça dışarıdan ne gelirse gelsin biz kendi ellerimizle vicdanımızın kapısını açmaz isek kimse açmaz açamaz çünkü o kapının anahtarı sadece bizde vardır

                                                                            İLKNUR PALABIYIK 
                                                                          NAMIDEĞER ESMERHANIMEFENDİ

VATAN VE MİLLET AŞKI

  Bir insanın kendini ait hissettiği, bir toplulukla tek yürek olarak yaşam sürdüğü, ve gerekirse uğrunda canını verebileceği toprak, vatanıdır. Vatan ile yurt aynı anlamdadır.
  Bayrak, vatan sevgisi ve beraberinde getirdiği özgürlüğe, bağımsızlığa düşkün olmak; yine vatanın, bayrağın, tarihin için gerektiğinde ölümü göze almak çok farklı ve kutlu bir davadır. Vatan: Halkı meydana getiren, birleştiren manevi ihtiyaçların başında gelir. Millet: Her daim birlik beraberlik halinde üzerinde yaşamayı kabul ettikleri vatanın sahibi ve sevdalısı olan topluluktur; ülkesindeki eksiklere rağmen dimdik ayakta, yurduna bağlı, her zaman zorluklara göğüs gerebilen ve ülkesinde olduğu her saniyeden keyif alandır. Bu milletin yurttaşı şu anda bulunduğu noktanın ne zorluklarla ayaklarının altına serildiğinin bilincinde olarak; ülkesinin, toprağı altında yatan şehitlerin kanlarıyla kutsal olduğunu boynuna madalyon ederek yola çıkmalıdır. Tarihini bilmeli, eleştirerek sahip çıkmalıdır. Bunları benimsediyse geriye kültürünü, geleneklerini, atalarını, dilini, dinini ve kendisini bilerek gerçek bir vatansever olması kalmıştır. İnsanın ait olduğu yer vatanıdır. Doğup büyüdüğü, kültürünü benimsediği, ondan ayrıldığında yaşadığı hüzün ve özlemdir. Atan kalbidir. Bu uğurda şehadet şerbeti içtiği ya da içebileceği, canını seve seve feda edebilenin cennetidir bu yurt. Yani sadece korumak değil, yürek vermek de önemlidir. Bunların hepsi birbirine kenetlenmiş bir halkın var olmasıyla mümkündür. Bir halk devletin varlığıyla, devlet de vatan ve halk ikilisiyle mevcudiyetini korur. Vatan yoksa millet de devlet de var olamaz. Bunlar sayesinde insan içgüdüsünde vatan ile tütsülenen şeref, namus duyguları yitirilir. Bu duyguları korumak, yine vatanını sevmekle alakalıdır. Vatanseverlik duygusunu üstlenmek, insanların ömrü boyunca etkilenerek yaşadığı olaylardan hareketle tercihine bağlıdır. Maddi ve manevi açıdan çoğu istekte yeterli olan ülkemiz ‘’gerçekçi’’ sevenleriyle şahlanacaktır.
  Her yiğidin harcı değildir bu cennet vatana gönül vermek, hakiki ve içten duygular beslemek. Yurt aşkı: Yeri geldiğinde Nene Hatun olabilmektir, yeri geldiğinde Seyit Onbaşı. Unutmamak gerek!  ‘’ Toprakları toprak yapan üstündeki kandır. Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır.’’
                                                                                                                        
                                                                                                                      
                                                                                                                          Esma AVCI








BİLENLER EL KALDIRSIN
            Dünyaya gözümüzü açtığımız o gün, bir vatanın sahibi oluruz. Yıllar geçer sahip olduğumuz vatana bir şeyler katmak isteriz, ondan pek çok şey aldığımız gibi. Vatanın yaşaması devlete, devletin yaşaması ise millete bağlıdır. Ne zaman millet ve devlet bir olursa işte o zaman ölümsüz bir devlete sahip olmuş oluruz. İşte omdusmanlık yani T. C. Kamu Denetçiliği Kurumu bize bu yolda büyük bir köprü oluvermiştir. "Kamu ile derdi olan bize gelsin", çağrısı ile milleti devlete bağlamaya çalışmıştır.
            Devlet ne kadar mühim bir idare olsa bile onda da birtakım sorunlar çıkabilir, ki devlette çalışan kimseler de bu vatanın evladıdır. İnsanlığın dünya ile buluşması bile hatalar doğrultusunda iken hata yapmamamız evrensel kurallara aykırı gelir. Oluşan olumlu ya da olumsuz her eylem karşılıklıdır. Mesela kamuda çalışan kimseler vazifelerini doğru bir şekilde yerine getirseler vatandaş mağdur olmaz. Vatandaşta haklarını bilse ve korusa olay dostane bir boyutta, orada çözülür. Görüldüğü üzere vatandaş ve kamunun yaptıkları paraleldir.
            Kamu Denetçiliğinin, millet ile arasına kurduğu bu köprüde ayağa takılan ne bir çivi ne de bir taş vardır. Görevini yerine getirirken hiçbir ücret talep etmez ve her daim sorunları çözme peşinde koşar. Başvuruları kuraldan ötürü Türkçe alması gerekse bile tristlerin kendini açık ve net ifade ettiği yabancı dillerdeki başvuruları da kabul eder.
            Bu kadar kaliteli bir kurum olmasına karşın, kurum sürekli bir gelin çağrısında bulunmak zorunda kalıyor. Çünkü vatandaşımız ne bu kurumdan, ne haklarından ne de özgürlüklerinden haberdar. Bu haberdarsızlıkta diğer kurumların etkisi, milletin karakteristik yapısı, eğitim sistemimizin bize araştırma şevkini katamaması da büyük rol oynar. Mesela vatandaşın hastaneye gittiğinde maddi olarak sömürülmesi, ulaşmasının hak ve gerekli olduğu konulara ulaşamaması vatandaşı diğer kurumlardan da soğutur. Vatandaşın ulaşamadığı konulara ulaşmasını sağlayan bir kurumun olduğunu bilmemesi zaten acıların en büyüğüdür. Bunu bilmeyen vatandaş "Kol kırılsın yen içinde kalsın", der ve umursamaz olanı biteni. Bilen vatandaş ise sütten dili yandığı için yoğurdu üfleyerek başlar. Kişi kuruma başvurup polemiğe girmektense, en azından başım ağrımaz düşüncesi ile kurum tanımaz, kurum bilmez, kuruma ihtiyaç duymaz hale gelir. Ne yazık ki kişinin çözmeye çalıştığı problemler de genellikle kan, silah, acı ile süslenir. Buna rağmen Kamu Denetçiliği Kurumunun üstlendiği sorunlar en fazla 6 ay içerisinde çözülüyor ve bu durum hukuki, dostane bir boyut içerisinde.
            Omdusmanlık ya da Kamu Denetçiliği Kurumu... Herhangi bir ortamda şu isimler sorulsa ve BİLENLER EL KALDIRSIN denilse, oluşacak acı manzarayı hepimiz hayal edebiliyoruz sanırım. Kurum ne kadar kaliteli ve ne kadar milletin sorunlarını çözme arzusu ile yanan bir kurum olsa dahi biz vatandaş ile bu kurum arasındaki köprüyü güçlendirmediğimiz sürece kurumun kalitesinin millete hiçbir faydası olmayacaktır. Milletimizin birçok sorunu olmasına karşın en büyük sorun çakılsız, çivisiz köprüde milletimizin yürümeyi bilmemesidir. Kurumun çözmesi gereken "İlk Sorun" da budur aslında . Bu sorun çözüldüğü vakit Kamu Denetçiliği Kurumu milletin gözünde alacakaranlıkta ortaya çıkan kutup yıldızı gibi parlayacaktır
                                                                              İLKNUR PALABIYIK 

KORKU  Stefan Zweig'ın korku kitabında her şeye sahip olan bir kadının, sahip olduklarının kıymetini bilmemesi ve elinden kayacağını ...