YAŞAMAK İLE YAŞAMAMAK ARASINDA
Türkiye’de
özellikle de İstanbul gibi ticaretin, ekonominin, insanın gırla olduğu büyükşehirlerde yaşamak, kaçınılmaz ve belki
de ileride önlenemeyecek sorunlar silsilesini beraberinde getirir.
İlk olarak her insanın kendi refahı için
tercihini büyükşehirlere yapmasından ortaya akıl almaz bir kalabalık çıkar ve
bu kalabalık her gün her saniye artış gösterir. Peki nasıl artış gösterir? Her
kişi bir aile tarafından dünyaya gelir ve ailesinden gördüklerini benimseyerek
kişiliğini ortaya koyar. Devamında toplumda iyi veya kötü olarak etiketlenmeye
müsait duruma gelir. Topluma da ileride istediğimiz bir meslek yaparak yine
rahata ve mutluluğa kavuşmak amacıyla eğitim-öğretim hayatımız ile birlikte uyum
sağlamaya başlarız. Çoğu serüvenimizi hayatımızın neredeyse hepsini kapsayan okulumuzla,
eğitimimizle yaşarız. İlk ve orta öğrenimimiz bittiğinde liseye geçer lise
bittiğindeyse yine durmayız. Çünkü hepimiz iyi biliriz ki günümüzde lise mezunu
olarak istediğimiz bir yerde çalışmak ve bunun da beraberinde getireceği
isteklerimiz tam anlamıyla dönüt bulamaz. Sonra yeniden bambaşka
bir ortama, üniversiteye genellikle binbir zorlukla adım atar ve orada da öğrenimimizi bitiririz.
Bununla da bitmez sonrasında çoğu kişinin mağdur durumda olduğu ve korku
duyduğu iş bulma macerası başlar. Üniversiteyi bitirmek değil de geçmek bile
çok zorken ileride ‘’ Acaba iş bulabilecek miyim?’’ düşüncesi de insanı yiyip
bitirir. Varsayalım ki tüm bu stres yumağını çözdünüz. İş bulabileceğiniz güzel
bir üniversiteyi ve en önemlisi de istediğiniz bölümü bitirdiniz,
elinize mesleğinizi aldınız. Bundan bir süre sonra da belirli bir yaşa,
ailenizin yanından ayrılma vaktine ulaştınız. Yeniden bir stres başlar ve
istediğiniz fiyata istediğiniz evi, arabayı ve daha birçok ihtiyacınızı ya da
aslında tam da ihtiyaç sayılamayacak isteklerinizi giderme gereksinimi
hisseder bu sefer de bunlar için didinmeye başlarsınız. Elinize aldığınız
mesleğinize tüm bunlara sahip olmak amacıyla sımsıkı sarılırsınız ve daha büyük
paralar kazanıp daha rahat etme inancı fark etmeden sizin ruhunuzu sömürür. Ama
bunun asla farkına varmazsınız. Bu sürede bilmeden, istemeden sevdiklerinizin
kalbinizi kırarsınız. Fakat yine içinizdeki para kazanıp daha iyisine ulaşma
hırsı yakanızı bırakmaz. Çünkü insanlar arasındaki rekabet her geçen gün
artmakta. Bu akıntıya kapıldıkça da her şey monotonlaşacak ve dönüp dolaşıp
sürekli aynı şeylerin bir tık üstünü istemeye tam gaz devam edeceksinizdir. Bunun
sonucunda da ister istemez aile hayatınızdan, manevi her türlü ilişkinizden,
hoşgörüden, sevgiden uzak kalırsınız. İşte bu, hayatını gerekli veya gereksiz
ihtiyaçlarını ve daha fazlasını elde etmek için dişini tırnağına takan yaklaşık
15 milyon kişi hayatının hepsine yakın bir kesiti. Yalan değil, hepimiz az çok
böyle bir hayat sürmüyor muyuz? Doğduğumdan beri yaşadığım İstanbul ve
içerisindeki insanlar için tüm bunları yakından az çok gözlemlemiş, yaşamış
olarak yazıyorum ve eminim ki ülkemin dört bucağında da tüm bunları yaşayanlar
mutlaka vardır. Fakat İstanbul öyle bir halde ki nefes alınmıyor. Nüfustan dolayı
her şey on katına çıkıyor. Ülke ekonomisinden, siyasi ilişkilerden, diğer ülkelerle
konumumuzdan ve daha birçok bilmediğimiz oyunlar ışığında bizim yaşam kalitemiz
artıyor ya da azalıyor. Tüm hayat düzenimiz mecburen ve maalesef tüm bunlar
etkisinde gelişiyor. Bu hayatlar ve bu denli nüfus, bahsettiğim gibi bitmek
bilmeyen bir hırs, kazanç peşinde olmak İstanbul sokaklarında binalardan, araç
seslerinden, kentin gürültüsünden, dur durak bilmeyen meşgalesinden nefes alamamayı
doğuruyor. Dışarı çıksam bile kendimi kapalı bir kutuda gibi hissediyorum. Her
sokaktaki nizami araba yığınlarından zor yürüyorum. Aynı zamanda neredeyse koskoca
yıl çalışıp, eğitim görüp yorulduktan sonra ev dediğimiz hapishanelere
sığınıyoruz. Kabul edelim yeşil alana, gökyüzüne, her türlü mahvettiğimiz
doğaya hasretiz. Canımız sıkıldığında çıkıp tek başımıza, özgürce
dolaşabileceğimiz, temiz havayı ciğerlerimize doyasıya çekebileceğimiz alanı bile
yok çoğumuzun. Ben en çok da bitmek bilmeyen heveslerimiz yüzünden birbirimize
hasret, betonlar arasında boğulup gideceğiz diye çok korkuyorum. Ve sormuyor
değilim ‘’Ne olacak bu halimiz?’’ diye. Yiyor, içiyor her türlü tüketiyoruz ama
sonunda dönüp baktığımızda yüzümüzü güldürecek, kafamızı dağıtacak, doyasıya
eğlenebileceğimiz sağlıklı bir ortamımız yok. Tüm bunların sebebi, suçlusu da
biziz aslında. Doğayı kirleten, ‘’Ben mi kurtaracağım ülkeyi’’, ‘’Çöpçünün işi
ne?’’ diyenlerle, aynı dili konuştuklarınızla böyle yaşamak normal fakat
böyle düşünmeyen masumlar için haksızlık sayılır.Yani kötü zihniyete, sürekli burun
büken, arkasına dönüp bakmayan bir topluma sahip olduktan sonra gerisi boş aslında. Ülkeyi
kalkındıracak, refaha ulaştıracak esasında bizler değil miyiz? Ama emek veren, hak
yemeyen, iyi davranan, anlayış gösteren o kadar az ki biz şu anda en azından
ülkece bu durumdayız.
Tüm bunların
üstesinden gelebilmek için ise yapmamız gereken tek şey üşenmeyip okumak,
öğrenmek ve bir şeyler üretmek aynı zamanda bencil olmayıp anlayış göstererek
arkamıza dönüp bir bakmak, eksiklerimizi birlikte gidermek, sorunlarımızı
çözmektir. Bunlara uyarsak eminim ki daha duyarlı, üretken, çağdaş ve ilerlemiş
bir ülke, toplum haline hep birlikte ulaşacağız. Geç olsun güç olmasın demeyi
de çok isterdim fakat dünya her gün ekseni etrafında istikrarını bozmadan
dönmeye devam ediyor ve her geçen saniye aleyhimize işliyor. Unutmayalım ki doğa geç
kalınmayı beklemez. Ve bizim ondan çaldıklarımızı gün gelir elbet kendi de bizden
alıkoyar. Birlikte daha güzel, daha yeşil, güneşli yarınlara.
Esma AVCI
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder