15 Mayıs 2019 Çarşamba

KORKU 
Stefan Zweig'ın korku kitabında her şeye sahip olan bir kadının, sahip olduklarının kıymetini bilmemesi ve elinden kayacağını hissettiği anda büyük bir mücadele vermeye başlamasını anlatır. Bu bize hayatta bazı şeylerin kıymetini bilmek için onları yitirmemiz gerekmediğini ve sahip olduklarımıza sımsıkı sarılarak asıl hazinemizi farketmemizi gösterir. Hikayenin mekanı, zamanı, kişileri ve olay örgüsü gerçek hayatla bağdaşır. Bu hikaye Stefan Zweig tarafından hayatının ve şanslarının farkında olmadan onları yitirmek üzere olan tüm insanlara hiçbir şey için geç olmadığını hatırlatmak için yazılmıştır. Metnin teması korkudur. Bu tema her insanın hayatında var olan bir konu olduğu için herkes kendini sorgular. Bu tema her eserde rastladığımız bir tema değildir. Çünkü herkesin kaçtığı, yüzleşmek istemediği bir esastır korkularımız. Bu eser önemli bir sanat eseridir. Çünkü insana estetik ve sanatsal bir haz verir. Metnin dili akıcıdır ve edebi yönü yüksektir. Herkesin kendinden bir şeyler bulup, kendini anlamlı bir eserdir. 
 ŞİMAL GÖKCÜ 9/H 792
TÜRKİYE'DE KALABALIK ŞEHİRLER
Ben gelecekte ekonomik kriz olmayan bir Türkiye'de yaşamak istiyorum. Üniversite mezunlarının kendi mesleklerini yapmalarını ve işsizliğin giderek azalmasını istiyorum. Aslında bunun nedeni insanların büyük şehirlerde daha rahat iş ve ev bulabileceklerini düşünmeleri. Halbuki birçok insan bunu düşünüp büyük şehirlere geldiği için iş ve ev bulmak sanıldığı kadar kolay olmuyor. Daha çok insan daha çok ev ve iş yeri demektir. İstanbul'dan örnek verecek olursak sürekli yeni apartmanlar yapıldığını görüyoruz. Biraz araştırdığımız zaman ise bu apartmanları ve binaları yapmak için ne kadar fazla ağacın kesildiğini öğreniyoruz. Artık bina yapılacak yer olmadığı için ormanlık alanlarda ağaçları kesip yerine bina dikiyoruz. İş bulmak da aynı şekilde. Benim kendi tanıdığım veya arkadaşlarımın anlattığı bir sürü insan var. Üniversite okuyorlar ama malesef çalışmak için kendilerine bir iş yeri bulamıyorlar. Çünkü artık şehrimiz çok kalabalık. Makine mühendisliği okuyan insanlar A101'de çalışıyor, hiç çalışmadan bir yerlere gelen insanlar TV'ye çıkıp bununla övünüp insanları kendilerine özendirmeye çalışıyorlar. Eski Türk filmlerimde de hep böyle olmamış mıdır?  Fakir kız ailesinin baskısından sıkılıp İstanbul'a geliyor. Aradan zaman geçince bir iş ve hayatının aşkını bulup sonsuza kadar mutlu yaşıyor. Bana göre bu filmler güzel ama gerçekte küçük şehirlerde yaşayan insanlar böyle filmleri izleyip ben neden İstanbul'a gitmiyorum diye düşünüyor olabilir. Çünkü bu filmlerden sonra ki yıl İstanbul nüfusu yaklaşık iki katına çıkmıştır. Bu bir tesadüf mü yoksa değil mi bilmiyorum. Bence İstanbul'un kalabalıklaşmasının nedeni bu. Özenti ve kulaktan dolma bilgiler. Halbuki insanlar kendi memleketlerinde dursalar ya da özellikle büyük şehirlere gelmeseler yaşadıkları yerde daha rahat iş ve konut bulabilirler. Çünkü nüfus şehirlere eşit dağılmış olacak ve insanlar istedikleri meslekleri yapabilecekler.
 
ŞİMAL GÖKCÜ 9/H 792

Örümcek Ağındaki Bağıntı

                                                                                                                                                                                             

             Örümcek Ağındaki Bağıntı

Gençlerin mesleki eğitimlerini sınama yanılma ve tecrübe etme yoluyla değilde yazınsal olarak öğrenmesi iş istihdamına katılmaya bir engel olmuş ve iş verimliliğini azaltmıştır. Gençlerin yapmak istedikleri meslekleri yaşayarak hata yaparak öğrenmeleri her geçen gün kendilerine ve mesleklerine bir şeyler katması demektir. Hukuk fakültesini okumuş bir gencin iş bulamadığı- ya da iş beğenmediği -için işsiz kalması ve bu yüzden eğitimini aldığı alan dışında her türlü işi yapmaya hazır olması ve yapması ülke ekonomisini 10 yıl geriye taşır çünkü işin akademik yönünü bilen kimseler yani işin ehlileri vazifelerinin başında değil çok ayrı alanlarda çalışmaktadırlar .Köylerden şehirlere karşı olan nüfus alışverişi günümüzde artmakta ve devam etmektedir. Şehirlerde buna paralel olarak bina yapma gerekliliği doğar ve konut talebi artar bu yüzden şehirler her yanımızın duvar olduğu küçük kutucuklara dönüştürür. Konut talebinin diri tutulması emlak fiyatlarının konut sahiplerinin elinde birer oyuncak olmasının sağlayacaktır. İnsan varlığının ilk anlarında dahi bir sığınağa ihtiyaç duymuştur. Kendini somut anlamda güvenceye alan insan geleceği hakkında endişe duymuş ve geleceğini de güvene almak istemiştir bu yüzden soyunu devam ettirmiş ve aile kavramını oluşturmuştur. Aile ve konut birbirini tamamlar. Bir konut ailesiz ıssızdır bir ailede konutsuz başıboştur. Aile, aile bireylerinin eğitim düzeylerinde ve bireylerin meslek seçimlerinde önemli rol oynar. Kişi edebinde ve ahlakında büyüdüğü çevreyi temsil eder yani en yakın çevresi kendi küçük evreni olan ailesini. Eski müslüman düşünürler ahlakı aile ile bağdaştırmışlardır. Ailesinin edep ve ahlakının güzel olduğu bir bireyin edepsiz biri olması pek beklenemez ama tabii alimden zalim zalimden alım doğabilir. Şöyle bir düşünürsek de hayatının en az 18 yılını doğru fikirler etrafında geçiren doğru kimseler ile geçiren bir kişi nasıl olurda bu etkenlerden etkilenmez özellikle 1. sınıf öğrencilerinin hal ve tavırlarından nasıl bir aile yapısına sahip olduklarını yada nasıl bir çevrede büyüdüklerini kestirebiliriz çünkü bu çocukların çevreleri kısıtlıdır ve yaptıkları davranışlar çevrelerinin birer yansımasıdır. Ülkemizdeki o kadar dert arasında bekarlıkta vardır. Aile bireyin ahlak çerçevesinde karakterini yontuyor iken bekar kalmak bu olgudan bireyi uzak tutar. Bireyin ev ve aile sahibi olmak adına üniversiteyi bir çözüm yeri olarak görmesi nüfusun fazla olduğu yerlerde-şehirlerde- üniversite sayısının artması bulunan mekanın değerini pahalılaştırmıştır tabı İstanbul'un taşı toprağı altındır gibi ifadelerin kullanılması bu sözün somutluğundan ve gerçekliğinden değil şehrin bulundurduğu-üniversite, kütüphane, cami gibi - mekanlardandır. Annemin her zaman kullandığı bir söz vardır ''Bu İstanbul insanı yer bitirir yutar da haberin olmaz ne kadar da doğru değil mi? Köyden kente Mehmet oğlu Ali olarak gelip bu sıfatta kalabilmekte ne zordur. 20 milyon kişi içinden bir hiç olmak istemiyorsanız sıradan olmamalısınız çünkü hayat sıradan ve güçsüzleri acımadan siler. İnsan fıtratından gelen cazibeye kapılma arzusu insanı kent yaşamında da arkasından sürükler ve insanın istekleri maddi gücünü geçer. Kenti genişleten üniversite alanları beraberinde taşıt ihtiyacını arttıracağından otomobil satışlarıda artacaktır. Artan otomobil trafık demektir. Zamanla şehir hayatındaki trafikten sıkılan insanlar köylere geri dönünce birikimlerini taşıt ve konuta adayacaklar ve bu kimseler bu döngü içerisinde hayatlarını devam ettirecektir bu devamlılık kişilerin günlerini, yıllarını çalar. Kişi tanrının ona lütfettiği zamanı zevklerine köle eder.

                                                                            İLKNUR PALABIYIK

YAŞAMAK İLE YAŞAMAMAK ARASINDA

YAŞAMAK İLE YAŞAMAMAK ARASINDA

  Türkiye’de özellikle de İstanbul gibi ticaretin, ekonominin, insanın gırla olduğu  büyükşehirlerde yaşamak, kaçınılmaz ve belki de ileride önlenemeyecek sorunlar silsilesini beraberinde getirir.
  İlk olarak her insanın kendi refahı için tercihini büyükşehirlere yapmasından ortaya akıl almaz bir kalabalık çıkar ve bu kalabalık her gün her saniye artış gösterir. Peki nasıl artış gösterir? Her kişi bir aile tarafından dünyaya gelir ve ailesinden gördüklerini benimseyerek kişiliğini ortaya koyar. Devamında toplumda iyi veya kötü olarak etiketlenmeye müsait duruma gelir. Topluma da ileride istediğimiz bir meslek yaparak yine rahata ve mutluluğa kavuşmak amacıyla eğitim-öğretim hayatımız ile birlikte uyum sağlamaya başlarız. Çoğu serüvenimizi hayatımızın neredeyse hepsini kapsayan okulumuzla, eğitimimizle yaşarız. İlk ve orta öğrenimimiz bittiğinde liseye geçer lise bittiğindeyse yine durmayız. Çünkü hepimiz iyi biliriz ki günümüzde lise mezunu olarak istediğimiz bir yerde çalışmak ve bunun da beraberinde getireceği isteklerimiz tam anlamıyla dönüt bulamaz. Sonra yeniden bambaşka bir ortama, üniversiteye genellikle binbir zorlukla  adım atar ve orada da öğrenimimizi bitiririz. Bununla da bitmez sonrasında çoğu kişinin mağdur durumda olduğu ve korku duyduğu iş bulma macerası başlar. Üniversiteyi bitirmek değil de geçmek bile çok zorken ileride ‘’ Acaba iş bulabilecek miyim?’’ düşüncesi de insanı yiyip bitirir. Varsayalım ki tüm bu stres yumağını çözdünüz. İş bulabileceğiniz güzel bir üniversiteyi ve en önemlisi de  istediğiniz bölümü bitirdiniz, elinize mesleğinizi aldınız. Bundan bir süre sonra da belirli bir yaşa, ailenizin yanından ayrılma vaktine ulaştınız. Yeniden bir stres başlar ve istediğiniz fiyata istediğiniz evi, arabayı ve daha birçok ihtiyacınızı ya da aslında tam da ihtiyaç sayılamayacak isteklerinizi giderme gereksinimi hisseder bu sefer de bunlar için didinmeye başlarsınız. Elinize aldığınız mesleğinize tüm bunlara sahip olmak amacıyla sımsıkı sarılırsınız ve daha büyük paralar kazanıp daha rahat etme inancı fark etmeden sizin ruhunuzu sömürür. Ama bunun asla farkına varmazsınız. Bu sürede bilmeden, istemeden sevdiklerinizin kalbinizi kırarsınız. Fakat yine içinizdeki para kazanıp daha iyisine ulaşma hırsı yakanızı bırakmaz. Çünkü insanlar arasındaki rekabet her geçen gün artmakta. Bu akıntıya kapıldıkça da her şey monotonlaşacak ve dönüp dolaşıp sürekli aynı şeylerin bir tık üstünü istemeye tam gaz devam edeceksinizdir. Bunun sonucunda da ister istemez aile hayatınızdan, manevi her türlü ilişkinizden, hoşgörüden, sevgiden uzak kalırsınız. İşte bu, hayatını gerekli veya gereksiz ihtiyaçlarını ve daha fazlasını elde etmek için dişini tırnağına takan yaklaşık 15 milyon kişi hayatının hepsine yakın bir kesiti. Yalan değil, hepimiz az çok böyle bir hayat sürmüyor muyuz? Doğduğumdan beri yaşadığım İstanbul ve içerisindeki insanlar için tüm bunları yakından az çok gözlemlemiş, yaşamış olarak yazıyorum ve eminim ki ülkemin dört bucağında da tüm bunları yaşayanlar mutlaka vardır. Fakat İstanbul öyle bir halde ki nefes alınmıyor. Nüfustan dolayı her şey on katına çıkıyor. Ülke ekonomisinden, siyasi ilişkilerden, diğer ülkelerle konumumuzdan ve daha birçok bilmediğimiz oyunlar ışığında bizim yaşam kalitemiz artıyor ya da azalıyor. Tüm hayat düzenimiz mecburen ve maalesef tüm bunlar etkisinde gelişiyor. Bu hayatlar ve bu denli nüfus, bahsettiğim gibi bitmek bilmeyen bir hırs, kazanç peşinde olmak İstanbul sokaklarında binalardan, araç seslerinden, kentin gürültüsünden, dur durak bilmeyen meşgalesinden nefes alamamayı doğuruyor. Dışarı çıksam bile kendimi kapalı bir kutuda gibi hissediyorum. Her sokaktaki nizami araba yığınlarından zor yürüyorum. Aynı zamanda neredeyse koskoca yıl çalışıp, eğitim görüp yorulduktan sonra ev dediğimiz hapishanelere sığınıyoruz. Kabul edelim yeşil alana, gökyüzüne, her türlü mahvettiğimiz doğaya hasretiz. Canımız sıkıldığında çıkıp tek başımıza, özgürce dolaşabileceğimiz, temiz havayı ciğerlerimize doyasıya çekebileceğimiz alanı bile yok çoğumuzun. Ben en çok da bitmek bilmeyen heveslerimiz yüzünden birbirimize hasret, betonlar arasında boğulup gideceğiz diye çok korkuyorum. Ve sormuyor değilim ‘’Ne olacak bu halimiz?’’ diye. Yiyor, içiyor her türlü tüketiyoruz ama sonunda dönüp baktığımızda yüzümüzü güldürecek, kafamızı dağıtacak, doyasıya eğlenebileceğimiz sağlıklı bir ortamımız yok. Tüm bunların sebebi, suçlusu da biziz aslında. Doğayı kirleten, ‘’Ben mi kurtaracağım ülkeyi’’, ‘’Çöpçünün işi ne?’’ diyenlerle, aynı dili konuştuklarınızla böyle yaşamak normal fakat böyle düşünmeyen masumlar için haksızlık sayılır.Yani kötü zihniyete, sürekli burun büken, arkasına dönüp bakmayan bir topluma sahip olduktan sonra gerisi boş aslında. Ülkeyi kalkındıracak, refaha ulaştıracak esasında bizler değil miyiz? Ama emek veren, hak yemeyen, iyi davranan, anlayış gösteren o kadar az ki biz şu anda en azından ülkece bu durumdayız.
  Tüm bunların üstesinden gelebilmek için ise yapmamız gereken tek şey üşenmeyip okumak, öğrenmek ve bir şeyler üretmek aynı zamanda bencil olmayıp anlayış göstererek arkamıza dönüp bir bakmak, eksiklerimizi birlikte gidermek, sorunlarımızı çözmektir. Bunlara uyarsak eminim ki daha duyarlı, üretken, çağdaş ve ilerlemiş bir ülke, toplum haline hep birlikte ulaşacağız. Geç olsun güç olmasın demeyi de çok isterdim fakat dünya her gün ekseni etrafında istikrarını bozmadan dönmeye devam ediyor ve her geçen saniye aleyhimize işliyor. Unutmayalım ki doğa geç kalınmayı beklemez. Ve bizim ondan çaldıklarımızı gün gelir elbet kendi de bizden alıkoyar. Birlikte daha güzel, daha yeşil, güneşli yarınlara.
                                                                                                                        
                                                                                                                                Esma AVCI 

GELECEK İÇİN BİZ

                    GELECEK İÇİN BİZ 

Bence her şeyden önce üniversite eğitiminin uzaması ve yaygınlaşması, yeni nesil insanlar için zorluklar barındırıyor.Örneğin bundan on sene önce genç istihdamın fazla olduğu kesimlerde, herkes istediği bölümü okuyarak mesleğini eline alabiliyordu. Ancak şimdiki zamana bakarsak okuyan ve öğretim sayısı gören kişilerin artması, işsizlik sorununu da beraberinde getirdi. Şuan da sen kendini bir alanda geliştirerek örneğin; Bir şirkette çalışmaya başlayacaksınız. Bu şirketin aradığı kriterlerin hepsine uyuyorsunuz. Ama sizin gibi o kriterlere uyup, ayrıcalıklı olarak dili ve sertifikaları olan ve ayrıca tecrübesinin olması, onu bir ayrıcalık sahibi yapar. O yüzden şimdiki zamanın insanlarının kendini bir alanda geliştirme gibi bir şansı yok. Biz kendimizi farklı alanlarda geliştirerek tecrübe sahibi olmamıza girişimcilik denir. Bu girişimcilik sayesinde, sizi diğer doktorlardan, mühendislerden, hukukçulardan ayıran bir şey var. Eğer kendimizi geliştirmezsek başka ülkelere göçler artar. Örneğin; Biz kendi ülkemizin bilim adamlarının, doktorlarının, zekasını kullanmazsak illaki o zekayı dönüştürebilecek bir ülke çıkar.O yüzden her konu da istihdamıza ve eğitimize dikkat çekmeliyiz. Örneğin; Bugün önce kendiniz için bir şeyler yapın, geleceğiniz için, çalışın, çabalayın.

İnanın, hayal edin ve çalışın.


                           EBRU SAMİRA AYDOĞDU

BİR ANLIK ÖFKE


                                    BİR ANLIK ÖFKE

Sitenin önündeki park yerime son zamanlarda birisi park ediyordu. Uzun zaman aracın sahibini bulamamıştım. Bir gün benim yerime park eden kişiyi, park ederken yakaladım. Park yerinin benim olduğunu, plakamın duvarda yazılı olduğunu söyledim. On beş senedir aynı park yerini kullandığımı da ilave ettim. Park yerimi kullanan apartmana yeni taşınmış bir avukattı. Apartmanın önünün kamusal alan olduğunu, herkesin her yeri kullanabileceğini söyledi. Ben de gelenek göreneklerden bahsettim. Biraz uzak da olsa başka bir yere park edebilirdi. Ama anlaşamadık, alaycı bir şekilde “istersen beni dava et” dedi. Adama gıcık olmuştum, ama yapacak bir şey yoktu.
Çocukken yaptığımız bir şey aklıma geldi. Biz çocukken gıcık olduğumuz kişilerin arabalarının tekerleklerinin altına çivi koyardık. Lastik patlayınca da mutlu olurduk. Bende evden bir çivi alıp gece adamın arabasının tekerleklerinin altına çivi yerleştirdim. Başka türlü sinirim geçmeyecekti. Adam ertesi gün kaza yaptı. Benim yerleştirdiğim çivilerden biri lastiğe saplanmış, ama ilk aşamada lastik patlamamıştı. Yolda giderken aniden lastik patlamış. Adamda arabanın kontrolünü kaybedip şarampole yuvarlanmış. Adamın kolu kırıldı. Ben böyle bir şey olsun istememiştim. Yaptığımdan pişman olmuştum ama adama itiraf etsem beni mahkemede süründürürdü. Ben de söyleyemedim. Ama adam kafayı bana takmıştı. Yolda karşılaşırsak bana “senin yaptığını biliyorum” dercesine işaretler yapıyordu. Bir gün beni açık açık tehdit etti. “ Bu işte kesin senin parmağın var, ocağını söndüreceğim” dedi. Ben aldırış etmedim. Onun bana dediği gibi “Mahkemeye ver beni o zaman” dedim. Böyle söyleyince adamın iddiasını kabul etmiş gibi olmuştum. Adam hırs yaptı, benim açığımı bulmak için dükkanımın ruhsatını bile araştırmış. Ben de bir şey bulamayınca hanıma daha sonra kızıma yöneldi. Adam meğerse saplantılı biriymiş. Kızımın okulunu, öğretmenlerini araştırıp, hiç olmazsa kötü not alsın diye parti teşkilatı üzerinden okul müdürüne bile ulaşmış. Birilerine eşime benim için başka kadınla görüldü dedirtmiş. Adamın manyak olduğunu anlayınca üzerine gitmemek için görmezden geldim. Ama adam durmuyordu. Bir gün kızımı yolda sıkıştırmış “Sen evlatlıksın” demiş. İşte o zaman sinirden çıldırdım. Adamın evine doğru gidip kozları paylaşmayı düşündüm. Dakikalar ilerledikçe sinirim artıyordu. Adamın evininin ziline bastım açan olmadı. Bende dışarıya çıkıp en azından camını taşlamayı düşündüm. Adamın evi ikinci kattaydı ve pencerenin biri de açıktı. “Neden bu sorunu kökten çözmeyeyim?” dedim. Cebimden zippo tipi çakmağı çıkardım ve yaktım. Pencereye doğru fırlattım. İsabet kaydetmiştim. Bir süre sonra tutuşan perdeler yapmak istediğimi başardığımı gösteriyordu. Adamın evini yakacaktım. Ama adam ve ailesi de içerideydi. Yangını büyümeden söndürdüler.
Ben bir sonraki aşamada ne yapacağımı düşünürken adam apar topar evden taşındı. Bir daha da ona rastlamadım. Karşısında evi yakacak kadar gözü kararmış birini görünce tırsmıştı anlaşılan. Saplantılı biriyle olan savaşımı kazanmıştım, ama itiraf ediyorum insanlık açısından kaybettim.

                                              ECE ÜNAL

UCU GÖRÜNMEYEN YOLDAKİ MEŞALE IŞIĞI

UCU GÖRÜNMEYEN YOLDAKİ MEŞALE IŞIĞI

               Eğitim, okuma yazma bilen ancak ne okuyacağını bilmeyen kitleler yarattı.... Bay Trevelyan ne kadar da haklı bu sözünde. 1930'larda gelişen dünya standartlarında okuma yazma bilmek büyük bir hazine, bilgelik timsali idi. O dönemde siyasiler ve halk bu yeteneğin cazibesine kapılmış ve okuma yazma öğrenmek adına birçok seferberlik yapmıştır. Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu ve  dönemin cumhurbaşkanı halkı cahillikten kurtarmak ve okuma yazma oranını arttırmak adına bir çok proje oluşturmuştur. Bu çabalara karşın günümüzde hala okuma yazma bilmeyen kişiler vardır bu yüzden 2017-2018 yılları kapsamında  30 alanda 125 adet kurs açılmıştır. Kurs bitiminde yaklaşık 1511 vatandaşımız okuma yazma öğrenmiştir ve her geçen gün artmaktadır. Ama bu çalışmalar yapılırken çok büyük bir hata yapılıyor temelde.  Eğitimdeki amaç oku ve geç idi ne okuyacağın neyi okuyacağın yada senin neyi okuyup okumaman gerektiğini bilip bilmemen pek önemli değildi tıpkı eğitim sistemimizde olan öğrencinin konuyu anlayıp anlamaması önemli değil önemli olan sınav notu algısı gibi. Hedefleri sadece insanların okuma yazma bilmesi oluyordu , amaç kişinin ihtiyaç duyduğu anlarda kendini ifade etmek adına bunu kullanması yada kendini ifade eden eserlerin okuma yolu ile ruhuna nakledilmesi olmalı idi. İki amaçta da yolun sonu okuma yazma öğrenmeye çıkıyor fakat sadece okuyayım diye öğrendiğimiz okuma becerisi biz okumayı öğrendiğimizde ne okuyacağım gibi bir ifadeye yol acıyor. Biz karanlık ve ıssız olan bir yerde afallamış dururken elimize yolu görebilmemiz için bir meşale veriyorlar ve biz bu yolda yürüyoruz ama bize neden bu yolda yürüdüğümüzü neden yürümemiz gerektiğini söylemiyorlar .sadece istatiksel bir veriye sahip olmak adına bizi bu yolda yürütüyorlar. okumak ve yazma öğrenmek güzel bir olgudur  fakat neyi okuyacağını bilerek okuma yazma öğrenmek daha güzel bir olgudur. Bir yolda neden yürüdüğünüzü bilmek o yolda karşılaşacağınız darbelere karsı göğüs germenizi sağlar tabi amacın  ne olduğu da önemlidir amaç sadece otobüslerin nereye gideceğini bileyim, telefondan amcamın yengesini arayayım, doktorun verdiği reçeteyi okuyayım diye öğreniliyor ise bu kişinin kendi karakterine yaptığı saygısızlıktır cünkü okumak yazmak sadece bu değildir aynı zamanda anlamaktır da ruhları, gözleri ve anlatılmak istenenleri mesela.  Bunun yanında şöyle bir sorun da doğmuştur; okuyan yazan ama okuduğunu ''bak ben şu şu kitabı okudum şu kadar kitap okudum  demek adına yapan kimseleri. Bu kimseler kitaplara birer mal birer nicelik gözüyle baktılar halbuki kitap ruhun evreni idi. 
            Yapılan yanlış çalışmaların sonucunda çıkan bu tatsız durumu kişiler ancak kendini tanımak istediğinde hedeflerini doğru bir şekilde belirleme olgusuna sahip olduklarında çözecekler
                                                                                                    ilknur palabıyık

Gelecekteki Türkiye



                  GELECEKTEKİ TÜRKİYE


    Gelecekteki Türkiye sizce nasıl olmalı? Türkiye'nin gelişimi için neler yapılabilir?
      
     Geleceğin Türkiye'si bulunduğumuz andan itibaren çalışmaya başlayarak ülkemizi daha ileriye götürmesini amaçlamalıyız. Daha gelişmiş bir teknoloji için teknolojik aletleri başka ülkelerden ithal etmek yerine kendimiz ürünleri ihracat edelim.
Gençlerin en büyük sıkıntısı olan işsizlik azalsın ve herkes işini hakkıyla yerine getirsin. Sağlık, ekonomi, ticaret, ulaşım ve eğitim alanında ülkemiz dünyada ilerlemiş olsun. En önemli bir sistem olan eğitime çok önem verilsin ve öz güvenli çocuklar yetişmesi sağlansın. Gelenek ve görenek, örf ve adetlerimiz yok olmasın. Milli duygular asla ama asla kaybolmasın. Dilimizin değeri daha da bilinsin ve Türk Dilinin dünya dilleri arasında olması sağlansın. Başka ülkelerle yapılan ticaret sayesinde ülkemiz daha sa gelişsin. En önemlisi ise kadın ve insan haklarına önem verilsin. Ülkemiz bilim ve fen yolunda en iyi olmaya çalışsın.

       Oturan değil çalışan çalışkan bir ülke olalım. Vatanımız ve milletimiz için elimizden ne geliyorsa yapalım. En önemlisi de birlik ve beraberliğimiz bozulmasına izin vermeyelim. Umarım bir gün daha gelişmiş ve daha yaşanılır bir Türkiye'de yaşarız...

                                                 
                                          ↣BETÜL ALEYNA KANBUR↢

14 Mayıs 2019 Salı

ASLINDA HAYAT

                ASLINDA HAYAT
      Öldükten yaklaşık otuz dakika içerisinde vücutta refleks diye bir şey kalmıyor.Gevşeyen kaslar dolayısıyla ağız ve göz kapakları açık kalıyor.Boşaltım sistemi tamamen gevşiyor ve idrar akıntısı oluşuyor. Ölümün gerçekleşmesinden yirmi dört saat sonra vücut çürümeye başlıyor. Solunumuz durması bakteriler için işaret oluyor ve çalışmaya başlıyorlar. İlk çürüyen organlar ise göz, beyin mide ve bağırsaklar.Ceset şişman ise daha çabuk çürürken, tuzlu suda boğulanlar daha geç çürüyor. En geç çürüyen organ ise kalp, mesane ve böbrek.
   Mezarda günden güne şişen karın patlıyor ve bu olay mezarın dışından duyulacak kadar sesli olabiliyor. Ortalama dört yıl içinde kemik haline dönüşüyoruz.
    Güzelliğin, yakışıklılığın,malın mülkün, kibrin, zenginliğin, makamın mevkin nerede?
  Yeryüzünde kasıntı ve mutsuz bir şekilde gezen sen. Küçük dağları ben yarattım egosuna sahip olan sen. İnsanları küçücük beyniyle aşağılayan yine sen. Hayatı statü ve dünyada kazanacağı geçici başarılara odaklanan sen. Her o kibrinin sonu bu. Hayatı boyunca güzelliğiyle övünen, sadece yüzü kurumasın diye bir kreme paralar sayan senin de sonun bu.
   Çalışın, başarılı olun, insanlığa yararınız olsun. Mesela bir okul yapın, ya da bir mabet. Ama hayatta bir iz bırakın. Çünkü size verilen ömür kısacık bir film şeridi. Sen bu film şeridini güzel de hatırlatabilirsin, kötü de.
     Zira elimizde yaptığımız başarılar ve iyilikler dışında başka hiçbir şey kalmayacak.
                                                           
                                                               →EBRU SAMİRA AYDOĞDU ←

GEZİ REHBERİ 4

                                  TRABZON ATATÜRK KÖŞKÜ
  

:TARİHÇESİ:
Trabzon’a hakim Soğuksu sırtlarında, çam ormanları içinde yer alan bina, Kostantin Kabayanidis tarafından 1890 yılında yazlık olarak yaptırılmıştır. Avrupa ve Batı Rönesans mimarisinin etkilerini taşıyan binada büyük ve gösterişli Avrupa simgeleri kullanılmıştır. Köşkün dış cephesi taş işçiliği göstermekte olup, iç cephesi Bağdadî tekniğindedir. Yerler yine aynı akımın etkisi olarak dönemin fayanslarıyla döşenmiştir.Atatürk, 15-17 Eylül 1924 tarihlerinde Trabzon’u ilk kez onurlandırdığında bu gün Trabzon Müzesi olarak düzenlenen konakta ağırlanmıştır.15 Eylül günü Soğuksu semtine yaptığı gezintide Köşkü görmüş ve çok beğenmiştir. 27–29 Kasım 1930 tarihlerinde Trabzon’u ikinci kez onurlandırdığında da Eski Türk Ocağı binasında ağırlanmıştı. Daha sonra gerekli çalışmalar sürdürülerek bina 1930 yılında Trabzon Özel İdaresince tescil edilerek İl Daimi Encümeninin 18.5.1931 tarih ve 361 sayılı kararıyla Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine “ temlik” edilmiştir. Daha sonra Trabzon’dan oluşturulan bir heyet Ankara’ya giderek köşkün tapusunu ve anahtarını Atatürk’e teslim etmiştir. Atatürk, 10–12 Haziran 1937 tarihlerinde üçüncü ve son kez Trabzon’u onurlandırdığında ise, iki gece bu Köşkte kalmıştır.Atatürk’ün ölümünden sonra Köşk, Ankara Asliye Hukuk Hakimliğinin 7.12.1938 tarih ve 938/2509 Esas ve 1627 sayılı kararı ile yasal varisi, kardeşi Makbule Boysan’ a intikal ettirilmiştir. Köşkün müzeye dönüştürülmek amacıyla Trabzon Belediyesince Makbule Boysan’dan satın alınması, Trabzon Asliye Hukuk Hakimliğinin 6.8.1942 tarih ve 476/284 nolu kararıyla gerçekleştirilmiş olup; istimlak bedeli olarak 10.000. TL Makbule Boysan adına Ziraat Bankası hesabına 30.3.1943 tarih ve 673 sayılı makbuzla yatırılmıştır. Bina 1943 yılından itibaren müzeye dönüştürülerek hizmete açılmış olup halk arasında “Atatürk Köşkü” adıyla anılmaktadır.Atatürk kendi ifadesiyle büyük mutluluk yaşayarak Köşkte geçirdiği iki gece, Trabzon ve Trabzonlular için olduğu kadar Türk Tarihi için de sonsuza denk unutulmayacak ve sürekli örnek teşkil edecek bir oluşuma tanık olmuştur. Atatürk 11 Haziran 1937 gecesi bu Köşk’te bütün mal varlığını canından çok sevdiği Türk ulusuna armağan etme kararı almış ve mal varlığının bir listesini hazırlayarak gereğinin yapılması için Başbakan’ a göndermiştir.Müzede, 19. yy sonu ile 20. yy ait, mobilyalar, porselenler, halılar vb. ile Atatürk’e ait tablolardan oluşan Etnografik nitelikli 344 adet eser sergilenmektedir. Atatürk kendi ifadesiyle büyük mutluluk yaşayarak Köşkte geçirdiği iki gece, Trabzon ve Trabzonlular için olduğu kadar Türk Tarihi için de sonsuza denk unutulmayacak ve sürekli örnek teşkil edecek bir oluşuma tanık olmuştur. Atatürk 11 Haziran 1937 gecesi bu Köşk’te bütün mal varlığını canından çok sevdiği Türk ulusuna armağan etme kararı almış ve mal varlığının bir listesini hazırlayarak gereğinin yapılması için Başbakan’ a göndermiştir.Müzede, 19. yy sonu ile 20. yy ait, mobilyalar, porselenler, halılar vb. ile Atatürk’e ait tablolardan oluşan Etnografik nitelikli 344 adet eser sergilenmektedir.Müze, haftanın 7 günü ziyarete açıktır. Müzeye Atatürk Alanından her yarım saatte bir kalkan Belediye otobüsleri ile ulaşım sağlanmaktadır.

:KÖŞK'TEN KARELER:




















:KAYNAKÇA:

http://www.kulturvarliklari.gov.tr/TR-44047/trabzon-ataturk-kosku-muzesi.html
NOT:Görseller bana aittir.
                  
↣BETÜL ALEYNA KANBUR↢

12 Mayıs 2019 Pazar

DÜNYADAKİ KALABALIK


                                       DÜNYADAKİ KALABALIK

     Sizce dünyada insan kalabalığı, araç kalabalığı, konut kalabalığı çok fazla değil mi? Bunları azaltmak için neler yapmalıyız?
    Dünyadaki gereksiz konut kalabalığı size de kalabalık gelmiyor mu? Bence Dünya'da nereye gidersen git bu gereksiz kalabalıklar her yerde olacak. Eğer bizler bu gereksiz kalabalıklara müdahale etmezsek daha da Dünya yaşanmaz hale gelecek. Bu kalabalık büyüdükçe daha çok yerleşim yeri gerekecek ve bizler öyle bir topluluk haline geleceğiz ki kibrit kutusu büyüklüğüdeki evlerde yaşamaya başlayacağız. Bu olay ülkemizde olmasa da aynı şekilde yaşayan insanlar var. Mesela Hong Kong'da yaşayan insanlar kibrit kutusu büyüklüğündeki evlerde yaşamaktadır. Bu insanlar daha önceden hep birlikte harekete geçseydi şu an bu durumda olmazlardı. Yada yerleşik alanlardaki fabrikaları daha az yerleşim bölgesi olan yerlere taşısalardı oradaki boş yerlere yaşam hayati sağlasalardı günümüzdeki gibi kibrit kutusu büyüklüğünde yaşamayacak olurlardı.
  Sonuç olarak eğer günümüzdeki gereksiz kalabalıklara dur demezsek geleceğimizi ve gelecek nesillerin hayatını tekliye atacağız. Sen de bu kalabalıklara dur demeye bugünden itibaren başla...
İlgili resim
Görsel 1. Hong Kong kapsül evler

-GÖRSEL KAYNAKÇASI-
https://gaiadergi.com/10-metrekareden-kucuk-evleriyle-hong-kongun-yoksullukla-butunlesmis-yasamlari/hong-kong-kucuk-evler-11/
                   

                                                                        ↣BETÜL ALEYNA KANBUR↢

                                                                                          

KORKU  Stefan Zweig'ın korku kitabında her şeye sahip olan bir kadının, sahip olduklarının kıymetini bilmemesi ve elinden kayacağını ...